5 Mart 2015 Perşembe

Beyaz Fillerimsi Tepeler - Hills Like White Elephants - Ernest Hemingway

Beyaz Fillerimsi Tepeler
            Ebro Vadisi boylarınca uzanan tepeler beyaz ve upuzundu. Bu tarafta ne bir gölge ne de bir ağaç vardı, tren istasyonu güneşin altındaydı ve yanından iki tane demiryolu geçiyordu. İstasyonun hemen yanına binanın ılık sıcaklığı vuruyordu ve barın girişinde, sineklerden korunmak için bambudan yapılmış boncuklar sarkıyordu. Binanın gölgesinde ki masaya bir Amerikalı ve kız oturdu. Dışarısı çok sıcaktı ve Barselona’dan gelecek trene daha kırk dakika vardı. Tren bu kavşakta iki dakika durup, Madrid’e doğru yol alacaktı.
“Ne içsek acaba?” diye sordu kız, şapkasını masaya koyarken.
“Gayet sıcak,” diye yanıtladı adam.
“Hadi bira içelim.”
“İki bira” diye seslendi adam perdeye doğru.
“Büyüklerden mi?” diye sordu bir kadın kapıdan.
“Evet, iki tane büyük olanlardan.”
Kadın iki tane bardak bira ve iki tanede bardak altlığı getirdi. Kadın bardak altlıklarına biraları koyarak adama ve kadına bir bakış attı. Kız uzun uzun tepelere bakıyordu. Güneşin altında bembeyaz gözüküyorlardı, araziyse kurak ve kahverengiydi.
“Beyaz fillere benziyorlar” dedi kız.
“Daha önce hiçbir tane görmedim” dedi ve birasından bir yudum aldı adam.
“Görmüş olamazsın”
“Görmüş olabilirim” dedi adam. “Görmemiş olabileceğimi söylemen hiçbir şeyi kanıtlamaz.”
Kız boncuktan yapılmış perdelere bakarak “Üstüne bir şeyler çizmişler” dedi. “Ne yazıyor orada?”

“Anis del Toro. Bir içki.”
“Deneyebilir miyiz?”
Adam perdeden içeriye “Baksana” diye seslendi. Kadın bardan dışarıya çıktı.
“Dört reales*” “İki tane Anis del Toro istiyoruz.”
“Suyla beraber mi?”
“Suyla birlikte mi istiyorsunuz?”
“Bilmiyorum.” dedi kız. “Suyla beraber iyi gider mi?”
“Güzeldir”.
“Suyla birlikte mi istiyorsunuz?” diye yineledi kadın.
“Evet, suyla birlikte.”
“Meyankökü gibi bir tadı var,” diyerek bardağı masaya koydu kız.
“Her şey meyanköküne benzer zaten”
“Evet” dedi kız.” Her şey meyanköküne benzer zaten. Özellikle uzun süre boyunca beklediğin şeyler, mesela apsente gibi.
“Eeh, yeter tamam”
“Bunu sen başlattın” dedi kız. “Eğleniyordum, güzel vakit geçiriyordum”
“Peki, tekrar deneyelim ve güzel bir vakit geçirmeyi deneyelim.”
“Peki. Bende zaten bunu yapmaya çalışıyordum. “Dağların beyaz fillere benzediğini söylemiştim. Zekice değil miydi?”
“Gayet zekiceydi.”
“Bu yeni içkiyi denemek istemiştim. Bu hep yaptığımız şeydir, değil mi – bir şeylere bakıp yeni içkiler denemek?”
“Sanırım”
Kız tepelere doğru baktı.

“Gerçekten çok güzel tepeler.” Dedi kız. “Gerçekten beyaz fillere benzemiyorlar. Sadece ağaçların arasında öyle gözüküyorlar.”
“Başka bir şeyler içsek mi?”
“Olur”
Ilık esinti bambudan yapılmış perdeleri masaya doğru savuruyordu.
“Bira güzel ve soğuk” dedi adam.
“Gayet güzel” dedi kız.
“Gerçekten bu son derece basit bir işlem, Jig,” dedi adam. “Aslında bir işlem bile değil”
Kız yere, masanın ayaklarına bakmaya başladı.
“Bunu önemsemeyeceğini biliyorum, Jig. Gerçekten basit bir şey. Sadece içeriye hava girmesini sağlamak.
Kız hiç bir şey söylemedi.
“Seninle gelip, bütün süre yanında duracağım. İçeriye hava girmesini sağlayacaklar ve ondan sonra her şey doğal olarak devam edecek.
“Daha sonra ne yapacaksın?”
“Ondan sonra iyi olacağız. Aynen eski zamanlarda ki gibi.”
“Bunu nereden biliyorsun?”
“Bizi tek rahatsız eden şey bu. Bizi mutsuz eden tek şey buydu.”
Kız boncuk perdeye baktı, elini uzatarak perdenin iplerini tuttu.
“Daha sonra iyi ve mutlu olacağımızı düşünüyorsun.”
“Olacağımızı biliyorum. Korkmana gerek yok. Daha önce bunu yapan birçok insan biliyorum.”
“Bende” dedi kız. “Ondan sonra gayet mutlulardı.”
“Bak” dedi adam. “Yapmak istemiyorsan yapmak zorunda değilsin. Yapmak istemediğin bir şeyi sana yaptıracak değilim. Ama gayet basit olduğunu biliyorum.”

“Ve gerçekten istiyor musun?”
“Bence yapılacak en doğru şey bu. Ama gerçekten yapmak istemiyorsan yapmanı istemiyorum.
“Ve eğer yaparsam, sen mutlu olacaksın ve her şey eskisi gibi olacak, beni sevecek misin?”
“Seni şuanda seviyorum. Sevdiğimi biliyorsun.”
“Biliyorum. Ama yaparsam ve tekrar beyaz filler gibi güzel şeyler söylersem, sevecek misin?
“Seveceğim. Ama şuan bunun hakkında düşünemiyorum. Endişelendiğim zaman nasıl olduğumu biliyorsun.”
“Eğer bunu yaparsam bir daha endişelenmeyecek misin?”
“Bunun hakkında endişelenmeyeceğim çünkü bu gayet basit.”
“O zaman yapacağım. Çünkü kendime değer vermiyorum.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Kendimi düşünmüyorum.”
“Ama ben sana değer veriyorum”
“Ah, evet. Ama ben kendime değer vermiyorum. Ve bunu yapacağım daha sonra her şey daha iyi olacak.”
“Eğer bu şekilde hissediyorsan yapmanı istemiyorum.”
Kız ayağa kalktı ve istasyonun sonuna doğru yürümeye başladı. Karşı tarafta, Ebro kıyıları boyunca buğday tarlaları ve ağaçlar vardı. Çok uzaklarda nehirinde ilerisinde dağlar vardı. Bir bulutun gölgesi buğday tarlalarının üzerinden geçti ve kız ağaçların arasından nehiri gördü.
“Bunların hepsine sahip olabiliriz,” dedi kız. “Ve her şeye sahip olabiliriz ama her geçen gün bunu daha da zorlaştırıyoruz.”
“Ne dedin sen?”
“Her şeye sahip olabilirdik dedim”
“Hayır olamayız”

“Bütün dünyaya sahip olabiliriz.”
“Hayır olamayız.”
“Her yere gidebiliriz.”
“Hayır gidemeyiz.  Artık bizim değil.”
“Hayır bizim.”
“Hayır değil. Ve bir kere geri aldıkları zaman, onu asla geri alamazsın.”
“Ama henüz almadılar”
“Bekleyip göreceğiz.”
“Hadi gölgeye gel,” dedi adam. “Bu şekilde hissetmemelisin.”
“Ben hiçbir şekilde hissetmiyorum” dedi kız. “ Ben birkaç şey biliyorum.”
“Ben senin istemediğin sürece hiç bir şey yapmanı istemiyorum.”
“Ya da benim için zararlı olacak bir şey.” Dedi kız. “Biliyorum. Bir bira daha alabilir miyiz?”
“Olur. Ama şunu bilmelisin ki-“
“Biliyorum” dedi kız. “Belki de konuşmayı bıraksak?”
Masaya oturdular ve kız ileride ki tepelerin kurak taraflarına doğru bakarken adam kıza daha sonrada masaya bakmaya başladı.
“Şunu bilmen lazım” dedi adam. “Bunu yapmak istemiyorsan, yapmanı istemiyorum. Eğer sana bir anlam ifade ediyorsa seninle beraber bunu yaşamak istiyorum”
“Bu sana bir anlam ifade etmiyor mu?  İdare edebilirdik.”
“Tabi ki ediyor. Ama ben senden başkasını istemiyorum. Başkasını istemiyorum. Ve bu gayet basit bir şey.”
“Gayet basit olduğunu biliyorum.”
“Bu şekilde söyleyebilirsin, ama biliyorum.”
“Benim için bir şey yapabilir misin?”

“Senin için her şeyi yaparım.”
“Lütfen lütfen lütfen lütfen lütfen ama lütfen konuşmayı kesebilir misin?”
Adam hiç bir şey demeden duvara yaslanmış bavullara bakmaya başladı. Hepsinin üzerinde geceyi birlikte geçirdikleri otellerin etiketleri vardı.
“Yapmanı istemiyorum” dedi adam. “Onunla ilgili hiç bir şey umurumda değil.”
“Şimdi bağıracağım.” Dedi kız.
Elinde iki bardak birayla gelen kadın, biraları masaya bıraktıktan sonra “Tren 5 dakika içinde gelecek” dedi.
“Ne dedi o?” diye sordu kız.
“Trenin 5 dakika sonra geleceğini.”
Kız kadına gülümseyerek teşekkür etti.
“Bavulları istasyonun diğer tarafına götürsem iyi olacak” dedi adam. Kız ona gülümsedi.
“Daha sonra gel ve biralarımızı bitirelim”
Adam, iki tane ağır bavulu istasyonun diğer tarafına taşıdı. Raylara baktı fakat treni göremedi. Geri dönünce, herkesin içki içip treni beklediği bara girip, bir Anis içti ve insanlara baktı. Hepsi normal bir şekilde treni bekliyordu. Barda ki bambudan yapılmış perdeden dışarı baktığında, kız masanın başında oturup ona gülümsüyordu.
“Daha iyi hissediyor musun?” diye sordu adam.
“İyiyim,” dedi kız. “Bir sorun yok, ben iyiyim.”


Çok Kısa Bir Hikaye / A Very Short Story - Ernest Hemingway

Çok Kısa Bir Hikâye
            İtalya’nın kuzeylerinde bulunan Padua şehrinde sıcak bir akşamdı. Onu çatıya kadar taşıyarak yukarıdan şehrin dışına bakabilmesini sağladılar. Gökyüzünde kırlangıçlar uçuyordu. Bir süre sonra karanlık çöktü ve ışıldaklar ortaya çıkmaya başladı. Diğerleri aşağıya inerek şişeleri yanlarına aldılar. O ve Luz balkondan aşağıda olanları duyabiliyorlardı. Luz gidip yatağın üzerine oturdu. Onun bu sıcak yaz gecesinde masum bir güzelliği vardı.
            Luz üç ay boyunca gece nöbetine kalmıştı. Kalmasından memnundular aslında. Onun ameliyatını yaptıkları zaman, ameliyat masasını hep Luz hazırlamıştı ve lavman ya da diğer bir arkadaşlarıyla ilgili bir şakaları bile vardı. Anestezi etkisindeyken kendisini ağzından bir şeyler kaçırmamak için hep tutmuştu. Koltuk değneklerine geçtikten sonra sırf Luz yataktan kalkmasın diye bütün ateşleri o ölçerdi. Sadece birkaç hasta vardı ve hepsi biliyordu. Hepsi Luz’u beğenmişti. Uzun koridorlar boyunca geri dönerken hep Luz’u düşünürdü.
            Cepheye dönmeden önce katedral gidip dua etmişti. Etraf loş ve sessizdi ve birkaç tane dua eden insan daha vardı. Evlenmek istiyorlardı fakat evlilik ilanlarını asacak vakit yoktu, hatta nüfus kayıtları bile yoktu. Zaten evli gibiydiler, sadece diğer insanların bundan haberdar olmalarını istiyorlardı, böylece bunu devam ettirebileceklerdi.
            Luz ona birçok mektup göndermişti fakat o mektupların hiçbiri ateşkese kadar eline geçmemişti. Demet halinde gelen on beş tane mektup tarihlerine göre ayırıp sırayla okudu.

Hepsi hastane ile ilgiliydi ve onu ne kadar özlediğinden, onsuz zamanın ne kadar zor geçtiğinden geceleri onun özleminin ne kadar zor olduğuyla ilgiliydi.
            Ateşkesten sonra eve geri dönüp bir iş bulacağına ve böylece evlenebilecekleri konusunda birbirlerine söz vermişlerdi. O iyi bir işe sahip olup New York’a Luz’un yanına gelebilene kadar Luz eve dönmeyecekti. İçki içemeyeceğini ve Amerika’da ki arkadaşlarıyla görüşemeyeceğini anlamıştı. Sadece bir iş bulup evleneceklerdi. Padua’dan Milan’a giden trende Luz’un bir an önce eve gelmek istememesiyle ilgili kavga etmişlerdi.  Milan’daki istasyonda vedalaşmak zorunda kaldıklarında, öpüşmüşler fakat kavgaları henüz bitmemişti. Bu şekilde veda etmek onu rahatsız ediyordu.
            Amerika’ya Genoa’dan kalkan bir vapurla gitmişti. Luz ise Pordonone’a bir hastane açmaya gitmişti. Orası yağmurlu ve kimsesiz bir yerdi ve bir sürü İtalyan arditi’si doluydu. Çamurlu bir yaşam, yağmurlu bir kış, taburun büyük bir kısmı Luz ile birlikte olmuştu, bu Luz’un İtalyanlarla ilk tanışmasıydı. Nihayetinde yazmaya karar vererek bunun sadece geçici bir şey olduğunu anlatmak istedi. Luz üzgündü, onun bunu anlamayacağını da biliyordu, fakat belki bir gün onu kendisini affedeceğini ve ona minnettar olacağını umuyordu. Ve baharda umutsuz bir şekilde evleneceklerini umut ediyordu. Luz onun iyi bir kariyere sahip olmasını umut ediyordu ve ona sonsuz bir güven duyuyordu. Bunun en iyisi olacağını biliyordu.

            Fakat o Luz ile baharda evlenmedi, ya da başka bir zamanda. Luz Chicago’ya yazdığı mektuba hiçbir zaman cevap alamadı. O ise, bir zaman sonra Lincoln parkında taksiyle turlarken güzel bir kızla belsoğukluğu karşılığında güzel vakit geçirdi.

21 Ocak 2015 Çarşamba

The Men Who Murdered Mohammed / Muhammed'i Öldüren Adamlar (Alfred Bester)

Muhammed'i Öldüren Adamlar
            Tarihi kötürüm bırakan bir adam vardı. O imparatorlukları devirdi hanedanları yerinden yurdundan etti. Onun yüzünden Mount Vernon ulusal bir türbe olmayacaktı. Ohio ise Cabot, Ohio olarak tarihe geçecekti. Onun yüzünden Marie Curie ismi Fransa’da lanetlenecekti ve kimse Peygamberin sakalı aşkına diye yemin edemeyecekti. Aslında, bunların hiç biri gerçekleşmedi, çünkü o çılgın bir profesördü; ya da, başka bir deyişle, o sadece bütün bunları kendisi için gerçek dışı yapmayı başardı.
            Şimdi, hasta okuyucular geleneksel çılgın profesörleri iyi bilirler, cılız ve çok bilgili, kendi laboratuvarlarında canavarlar yaratırlar ki her zaman bu canavarlar yaratıcılarına karşı çıkarlar ve onların kızlarına musallat olurlar. Bu hikâye o tür yapmacık adamlarla ilgili bir hikâye değil. Bu hikâye Henry Hassel, gerçek bir çılgın profesör hem de kendisinden daha çok tanınan Ludwig Boltzmann (bkz. İdeal Gaz Yasası), Jacques Charles ve André Marie Ampére ile ilgili (1775-1836).
            Herkes elektrik amperinin Ampére’in arkasından adlandırıldığını bilir. Ludwig Boltzmann  Avusturyalı önemli bir fizikçiydi, İdeal Gazların üzerinde siyah cisim ışıması araştırmasıyla ünlüydü. Onu Britannia Ansiklopedisi’nin Üçüncü Cildinde bulabilirsiniz. Jacques Alexandre César Charles uçmayla ilgilenen ilk matematikçiydi ve hidrojen balonunu icat etti. Bunlar adam gibi adamlardı.
            Aynı zamanda çılgın birer profesörlerdi. Mesela, Ampére Paris’te önemli bir bilim adamıyla buluşmaya gidiyordu. Takside aklına muhteşem bir fikir geldi (elektrik doğasıyla ilgilidir herhalde) ve hemen taksinin üzerine denklemleri yazmaya başladı. Kabaca, dH = ipdl / r2 ki burada p Ñ’den dl elementine dik mesafeli; ya da dH = i sin é dl / r2. Bu bazen Laplace yasası olarak bilinir, fakat buna rağmen o yine toplantıda değildi.
           
Her neyse, taksi Akademiye vardı. Ampére dışarı fırladı, taksiciye parasını verdikten sonra bulduğu şeyi herkese anlatmak üzere içeri doğru koşturdu. Sonra notların kendisinde olmadığını fark etti, nerede olduklarını hatırladı ve Paris sokaklarında bir taksinin arkasından denklemleri için koşturmaya başladı. Bazen Fermat’ın o ünlü “Son Teoremini” kaybettiğini düşünüyorum, fakat Fermat ta o toplantıda değildi, iki yüz küsur yıl önce öldüğü için olabilir.
            Ya da Boltzmann’ı ele alalım. Gelişmiş İdeal Gazlar ile ilgili bir ders verirken, derslerine kalkülüs ekleyerek ayrı bir tat katıyordu, böylece kafasında her şeyi daha kolay hallediyordu. O tür bir kafaya sahipti. Öğrencileri matematiği çözmek için o kadar kafa yoruyorlardı ki dersi takip edemiyorlardı ve Boltzmann’a denklemlerini tahtaya yazmaları için yalvarıyorlardı.
            Boltzmann özür dileyerek ileride daha anlayışlı olacağına söz verdi. Bir daha ki dersine şöyle başladı, “Beyler, Boyle Yasası ve Charles Yasasını toplarsak, pv= p°v° (1 + at) denklemine varırız. Şimdi, bariz olarak, eğer aSb = f (x) dx÷(a), sonra pv = RT ve vS f (x,y,z) dV = 0. İki artı iki eşittir dört kadar basit bir işlem.” Tam bu anda Boltzmann verdiği sözü hatırladı. Tahtaya dönerek, özenle 2 + 2 = 4 yazdı, ve dalarak kafasında hesaplar yapmaya devam etti.
            Jacques Charles, Charles’ın Yasasını (bazen Gay-Lussac yasası olarakta bilinir) bulan parlak matematikçidir ki Boltzmann’da dersinde bahsetmiştir. Ünlü bir eski yazı uzmanı olmaya gönülden bir tutkuyla bağlıydı—yani, çok eski el yazmalarını bulmaya çalışan. Bence Gay-Lussac yasasını bulan kişi olma onurunu paylaşmak zorunda kalması onu delirtmişti.
            O Vrain-Lucas isimli bir dolandırıcıya Jül Sezar, Büyük İskender ve Pontius Pilatus’un kendi el yazılarıyla yazılmış yazılar için tam 200.000 frank kaptırmıştı. İdeal olsun olmasın bütün gazların içinden görebilen adam Charles bütün bu uydurmalara beceriksiz Vrain-Lucas’ın modern Fransızcayla modern kâğıtlara modern kalemlerle yazmasına rağmen inanmıştı. Hatta ve hatta Charles bunları Louvre’a bile bağışlamaya kalkıştı.
            Şimdi bu adamlar salak değildi. Bu adamlar dâhi olabilmek için büyük bir bedel ödemişlerdi çünkü diğer insanlar gibi düşünmüyorlardı. Dâhiler doğruya beklenmeyen bir yoldan gidendir. Ne yazık ki bu beklenmeyen yollar günlük hayatta birer felakettir. Henry Hassel’in de başına bu geldi, Bilinmeyen Üniversitesi Uygulamalı Kompulsiyon profesörüydü kendisi.
           

            Kimse Bilinmeyen Üniversitesinin nerede olduğunu veya orada ne öğretildiğini bilmez. İki yüz tane eksantrik adamın iki bin tane öğrencisi vardır—Marsa ayak basan ilk adam olana kadar ya da Nobel ödülünü alana kadar tanınmayan cinsten. B.Ü mezunlarını her zaman belirli sorularla tanıyabilirsiniz. Onlara hangi okula gittiklerini sorduğunuzda eğer “Devlet,” ya da “Ah, Gazi bilmem kim okulu büyük ihtimal bilmezsin,” gibi kaçak yanıtlar alıyorsanız bilin ki B.Ü mezunudur. Bir gün size sadece pickwick-vari eğitim veren bu üniversite hakkında daha çok şey anlatmak isterim.
            Her neyse, Henry Hassel bir öğleden sonra Psikotik merkezinde ki ofisinden eve giderken, Fiziksel Kültür çarşısından geçiyordu. Bu yolu antrenman yapan üniversiteli piliçleri dikizlemek için seçtiğini söylemek doğru olmazdı; aslında Hassel B.Ü takımlarının kazandığı şampiyonluk kupalarına—Botulizm, Şaşılık, Obstrüksiyon gibi sporlar—bakmaktan büyük haz alıyordu. (Hassel üç sene art arda tekli Frambezi şampiyonuydu.) Eve yükselmiş bir şekilde neşeden havalara uçarak girdi ve karısı da başka bir adamın kollarında neşeden patlıyordu.
            İşte oradaydı, sevgili otuz beş yaşında ki karısı, kızıl saçlı badem gözlü, nefes nefese ceplerinden broşürler, mikro kimyasal cihaz, diz kapağı refleks cihazı—aslında tam bir B.Ü karakterinde bir adam—fırlayan bir adamlaydı. Nefes nefese kucaklaşma o kadar hararetliydi ki iki taraftan hiç biri Hassel’in koridordan onları izlediğini fark etmedi.
            Şimdi, Ampére, Charles ve Boltzmann’ı hatırlayın. Hassel 86 kilo çekiyordu. Kaslı ve sınır tanımayan bir adamdı. Karısını ve o lavuğu paramparça etmesi bir çocuk oyuncağıydı onun için ve daha sonrada en çok yapmak istediği şeyi yapmak gayet kolaydı—karısının canını almak. Ama Henry Hassel dâhiler sınıfındaydı; onun kafası o şekilde çalışmıyordu.
            Hassel ağır nefes alıyordu, özel laboratuvarına bir yük motoru gibi daldı. DUODENUM Yazan bir çekmeceyi açtı ve içinden .45 kalibrelik revolver ’ini çıkardı. Başka ilginç isimli çekmecelerden birkaç farklı alet çıkardı. Tam olarak yedi buçuk dakikada (o kadar da öfke dolu), bir zaman makinesi yarattı ( o kadar da dâhiydi).
            Profesör Hassel zaman makinesini kendi etrafına kurdu ve zamanı 1902’ye ayarladı, revolverini aldı ve bir tuşa bastı. Makine bozuk bir tesisat gibi ses çıkarttı ve Hassel ortadan kayboldu. 3 Haziran 1902’de Philadelphia’da ortaya çıktı ve direk 1218 No Walnut Street’e gitti, kırmızı tuğlalı mermer zeminli bir evin zilini çaldı. Smithlerin üçüncü kardeşi olabilecek bir tipte ki eleman kapıyı açtı ve Henry Hassel’e baktı.
            
“Bay Jessup?” diye sordu Hassel boğuk bir sesle.
            “Evet?”
            “Siz Bay Jessup musunuz?”
            “Evet benim.”
            “Sizin Edgar adında bir oğlunuz olacak değil mi? Edgar Allan Jessup—Poe’ya olan hayranlığınızdan ötürü verdiğiniz bir isim?”
            Üçüncü Smith kardeş irkildi. “Bildiğim kadarıyla hayır,” dedi. “Ben henüz evli değilim.”
            “Evleneceksin,” dedi Hassel öfkeli bir şekilde. “Ben senin oğlunun kızıyla evlenecek kadar şanssız bir adamım. Greta. Affedersin.” Silahını kaldırdı ve karısının o lanet olası dedesini vurdu.
            “Artık ortadan kalkmış olmalı,” dedi mırıldandı Hassel karısını kastederek, silahından çıkan dumanla beraber. “Bekâr olacağım. Belki de başkasıyla evleneceğim… Aman Allah’ım! Kimle acaba?”
            Hassel sabırsız bir şekilde zaman makinesinin onu otomatikman kendi zamanına götürmesini bekliyordu. Hemen oturma odasına koştu. Kızıl saçlı güzel karısı hala o lavuğun kollarındaydı.
            Hassel’in başından kaynar sular döküldü.
            “Demek öyle,” diye homurdandı. “Orospuluk ailede bir gelenek herhâlde. Şimdi görürüz. Bizde çare çok.” Diyerek bir kahkaha attı ve hemen laboratuvarına dönerek kendisini 1901 yılına geri gönderdi, karısının büyükannesi olacak o Emma Hotchkiss’i öldürdüğü yere. Daha sonra kendi zamanında ki kendi evine geri döndü. Kızıl saçlı güzel karısı hala o lavuğun kollarındaydı.
            “O yaşlı sürtüğün onun büyük annesi olduğunu biliyorum,” diye mırıldandı Hassel. O kadar birbirlerine benziyorlardı ki. Ne halt yanlış gitti ulan?”
            Hassel şaşırmıştı ve dehşete düşmüştü, fakat ümitsizliğe kapılmadı. Çalışmaya başladı, zar zor telefonu eline aldı ve sonunda Malpraktis Laboratuvarı’nı aradı. Parmakları telefonun arama deliklerinden taşıyordu.

            “Sam?” dedi. “Ben Henry.”
            “Kim?”
            “Henry.”
            “Biraz yüksek sesle lütfen.”
            “Henry Hassel!”
            “Ah, iyi akşamlar, Henry.”
            “Bana zamandan bahsetsene biraz.”
            “Zaman mı? Hmmmm…” Simpleks-ve-Multipleks Bilgisayar verilere ulaşmaya çalışırken boğazını temizledi. “Öhm. Zaman. (1) Mutlak. (2) Göreceli. (3) Tekrarlanan. (1) Mutlak: dönem, koşul, süre, günlük, ebediyen—“
            “Özür dilerim Sam. Yanlış soru. Tekrar başlayalım. Zaman derken zamanda yolculuk yapmayı kastetmiştim.”
            Sam birkaç mekanik ses çıkardı ve tekrar başladı. Hassel dikkatle dinlemeye başladı. Sam başını salladı, homurdandı. “A ha. A ha. Peki. Tamam. Bende öyle düşünmüştüm. Bir süreklilik öyle mi? Geçmişte yapılanlar geleceği şekillendirmeli. O zaman doğru yoldayım. Ama yapılan şeyler belirgin olmalı? Kitle Eylem etkisi. Bilgiler mevcut olayların akışını yönlendiremez. Hmmmm. Ama bir büyükanne ne kadar bilgili olabilir ki?
            “Ne yapmaya çalışıyorsun, Henry?”
            “Karımı öldürmeye,” diye tersledi Henry. Telefonu kapattı. Laboratuvarına geri döndü. Düşünmeye başladı, hala kıskançlık krizindeydi.
            “Önemli bir şey yapmalıyım,” diye homurdandı. “Greta’yı ortadan kaldır. Her şeyi ortadan kaldır. Tamam, Tanrı şahidim olsun ki onlara göstereceğim.”
            Hassel 1775 yılına geri döndü, Virginia’da bir çiftliği ziyaret etti ve genç bir albayı göğsünden vurdu. Albayın ismi George Washington’du ve Hassel onu öldüğünden emin oldu. Daha sonra kendi zamanında ki kendi evine geri döndü. Kızıl saçlı güzel karısı hala o lavuğun kollarındaydı.
           

“Hay amına koyayım!” dedi Hassel. Mermileri bitmek üzereydi. Yeni bir kutu mermi açtı, zamanda geri giderek Christopher Colombus’u, Napolyon’u, Muhammed’i ve yarım düzine önemli insanı delik deşik etti. “Herhalde artık olmuştur Tanrı aşkına!” dedi Hassel.
            Kendi zamanına geri döndü ve karısını aynı şekilde buldu.
            Ayakları su misali sanki yerde eriyip gidiyordu. Hemen kâbus çukurlarında yürürcesine laboratuvarına döndü.
            “Ne bu önemli şey zamazingosu ulan?” diye sordu kendi kendisine acı çeker bir şekilde. “Geleceği değiştirmek için ne kadar ileri gitmek lazım? Tanrı şahidim olsun ki, bu sefer gerçekten değiştireceğim. Sonuna kadar gideceğim.”
            Hassel Yirminci yüzyılın başında Paris’e gitti ve Sorbonne yakınlarında ki bir çatı katı atölyesinde Madam Curie’yi ziyaret etti. “Madam,” dedi berbat Fransızcasıyla, “Sizin için tamamen bir yabancıyım, ama ben bir bilim adamıyım. Radyumla olan çalışmalarınızı biliyorum—Ah? Henüz radyumunuz yok mu? Sorun değil. Buraya size nükleer füzyonu öğretmek için geldim.
            Hassel her şeyi öğretti ona. Otomatik olarak kendi zamanına dönmeden önce Paris’te bir mantar bulutunun yükselmesini izleme keyfi yaşadı. “Bu o şırfıntıya orospuluğunun bedelini gösterir,” diye homurdandı. “Laan!” diye istemsizce tepki verdi o kızıl saçlı karısının—ne yaptığı gayet açıktı tekrarlamaya gerek yok.      
            Hassel çalışmasına sislerin arasından sıyrılarak gitti ve oturup düşünmeye başladı. O düşünürken sizi bu hikâyenin geleneksel zaman hikâyelerinden farklı olduğu konusunda uyarayım. Henry’nin karısını düdükleyen adamın kendisi çıkacağını zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Bu hızlı lavuk Henry Hassel değil, oğlu hiç değil, ya da Ludwig Boltzmann (1844-1906) değil. Hassel zaman içinde tur atıp başladığı yere—hiç kimsenin mutlu olmadığı ve herkesin öfkeli olduğu—geri gelmiyor. Basit bir nedeni var çünkü zaman yuvarlak, doğrusal, tandem, diskoid, azigos, ya da gerilebilen bir şey değildir. Hassel’ında fark ettiği gibi, zaman özel bir konudur.
            “Belki de bir yeri atladım nasıl olduysa,” diye homurdandı Hassel. “Bir an önce bulsam iyi olacak.” Zar zor telefona uzandı ve kütüphaneyi aramayı başardı.
            “Merhaba, Kütüphane? Ben Henry.”
            “Kim?”
           
“Henry Hassel.”
            “Enri Asıl mı?”
            “HENRY HASSEL!”
            “Ah, İyi akşamlar, Henry.”
            “George Washington ile ilgili elinde ne var?”
            Kütüphane kataloglarını ararken mekanik sesler çıkartıyordu. “Birleşik Devletlerin ilk başkanı George Washington’ın memleketi olan—“
            “İlk başkanı mı? O 1775’te öldürülmedi mi?”
            “Ya Henry. Ne kadar salak salak sorular bunlar? Herkesin bildiği üzere George Wash—“
            “Kimse onun vurulduğunu bilmiyor mu?”
            “Kim tarafından?”
            “Ben.”
            “Ne zaman?”
            “1775’te”
            “Bunu yapmayı nasıl başardın?”
            “Revolverim var.”
            “Hayır, Yani demek istediğim iki yüzyıl önce bunu yapmayı nasıl başardın?”
            “Bir zaman makinem var.”
            “Yani, burada hiç kaydı yok,” dedi kütüphane. “Kayıtlarıma göre gayet iyi durumda. Iskalamış olmalısın.”
            “Iskalamadım. Christopher Colombus peki? Onun 1948’te öldüğüyle ilgili bilgin var mı?”
            “Ama o 1492’de yeni dünyayı keşfetti.”
        
“Hayır keşfetmedi. O 1489 yılında öldürüldü.”
            “Nasıl?”
            “Bir kırkbeşlik ile midesini delik deşik ettim”
            “Yine mi sen Henry?”
            “Evet.”
            “Burada öyle bir kayıt yok,” diye ısrar etti kütüphane. “Çok berbat bir atıcı olmalısın.”
            “Kayışı sıyırmayacağım,” dedi Hassel titreyen bir sesle.
            “Neden sıyırmayasın Henry?”
            “Çünkü zaten sıyırdım,” diye bağırdı. “Tamam mı! Marie Curie’ye nolmuş peki? Nükleer Füzyonu bulup yüzyılın başında Paris’i havaya uçurmamış mı?
            “Hayır uçurmadı. Enrico Fermi—“
            “Evet uçurdu.”
            “Hayır uçurmadı.”
            “Bizzat ben öğrettim ona. Ben. Henry Hassel.”
            “Herkes senin iyi bir kuramcı olduğunu söyler, ama berbat bir öğretmensin, Henry. Sen—“
            “Canın Cehenneme, seni yaşlı bunak. Bunun bir açıklaması olmalı.”
            “Neden?”
            “Unuttum. Aklımda bir şey vardı, ama artık bir önemi yok. Sen ne önerirsin?”
            “Gerçekten bir zaman makinen mi var?”
            “Tabii ki de zaman makinem var.”
            “O zaman geri git ve kontrol et.”
            Hassel 1775 yılına geri döndü, Mount Vernon’u ziyaret etti ve bahar aylarında yapılan dikimleri durdurdu. “Affedersiniz, albayım,” diye söze girdi.
       
Büyük adam ona merakla incelemeye başladı. “Komik konuşuyorsun yabancı,” dedi. “Nerelisin sen?”
            “Ah Gazi bilmem kim okulundanım büyük ihtimal duymamışsınızdır.”
            “Komikte görünüyorsun. Biraz puslu doğrusunu söylemek gerekirse.”
            “Söylesenize albayım, Christopher Colombus hakkında ne duydunuz?”
            “Pek fazla değil,” diye cevapladı Albay Washington. “iki yüz üç yüz yıl önce ölmüş.”
            “Ne zaman öldü tam olarak?”
            “Yıl bin beş yüz bilmem kaç diye hatırlıyorum.”
            “Hayır, o 1489’da öldü.”
            “Yanlışın var genç adam. O Amerika’yı 1492’de keşfetti.”
            “Amerika’yı Cabot keşfetti. Sebastian Cabot.”
            “Hayır, Cabot az biraz sonra geldi.”
            “Mutlak bir kanıtım var!” diye başladı Hassel, fakat daha sonra tıknaz ve şişman bir adam gibi kesildi ve öfkeden kıpkırmızı gülünç bir surata büründü. Bol gri bir pantolon ve kendisine iki beden küçük gelen bir tüvit ceket giymişti. Kırkbeşlik revolverini yanında taşıyordu. Henry Hassel biraz dikkatlice baktıktan sonra fark etti ki kendisine bakıyordu ve bu durumdan hiç hoşnut değildi.
            “Aman Tanrım!” diye homurdandı Hassel. “Bu benim, Washington’u öldürmek üzere ilk gelişim. Eğer bu ikinci ziyaretimi bir saat daha geç yapsaydım, Washington’u ölü bulacaktım. Hey!” diye seslendi. “Daha değil. Dur bir dakika. Bir şeyleri açıklığa kavuşturmam lazım.”
            Hassel kendisine hiç önem vermedi; hatta kendisinde bile değil gibiydi. Direk Albay Washington’un üzerine doğru yürüyüp onun midesini delik deşik etti. Albay Washington yere yığıldı ve kesin olarak öldü. İlk katil cesedi inceledi ve daha sonra Hassel’in onunla tartışmak için durdurma cabalarını önemsemedi ve dönüp homurdanarak yürümeye devam etti.
           


“Beni duymadı,” diye şaşırdı Hassel. “Beni fark etmedi bile. Ve ilk seferde Albayı vurmak üzereyken kendi kendimi durdurmaya çalıştığımı neden hatırlamıyorum? Ne haltlar dönüyor?”
            Çok bozuk bir şekilde, Henry Hassel 1940’ların başında Chicago’ya gitti ve Chicago Üniversitesi’nin squash kortlarını ziyaret etti. Onu kaplayan grafit tozları arasında Fermi adında ki İtalyan bilim adamını buldu.
            “Marie Curie’nin çalışmalarını tekrarlıyorsun, gördüğüm kadarıyla doktoreee?” dedi Hassel.
            Fermi soluk bir ses duyduğunu düşünerek bir bakış attı.
            “Marie Curie’nin çalışmalarını tekrarlıyorsun, doktoreee?” diye gürledi Hassel.
            Fermi garip bir şekilde ona baktı, “nerelisin sen amigo?
            “Devlet.”
            “Dışişlerinden mi?”
            “Hayır sadece devlet. Bu doğru değil mi, doktoreee, Marie Curie bin dokuz yüz bilmem kaçta nükleer füzyonu bulmadı mı?
            “Hayır! Hayır! Hayır!” Diye ağladı Fermi. “İlk biz bulduk ve daha oraya kadar gelmedik bile. Polis! Polis! Casus!”
            “Bu sefer kayıtlara geçeceğim,” diye homurdandı Hassel. Gözü gibi baktığı 45’liği çıkardı ve Doktor Fermi’nin göğsüne boşalttı bütün mermilerini ve orada öylece tutuklanıp gazetelerde kurban edilmeyi bekledi. Acayip bir şekilde, Doktor Fermi yere yığılmadı. Doktor Fermi göğsünde hafif bir sızı hissetti ve bağrışmaları duyup gelenlere ise “Bir şey yok. Ani bir yanma hissettim büyük ihtimal kardiyak sinir nevraljisidir, gazdır büyük ihtimal.” Dedi.
            Hassel otomatik geri dönmeyi bekleyemeyecek kadar tedirgindi. Bunun yerine biran önce Bilinmeyen Üniversitesine gitti. Bu ona bir ipucu vermeliydi ama o bunu göremeyecek kadar delirmişti. İşte ilk bu zaman ben (1913-1975) onu görmüştüm—loş bir tiple derbeder bir şekilde park edilen arabaların, kapalı kapıların, duvarların arasında yüzünde delice bir kararlılıkla bekliyordum.
           

Direk kütüphaneye daldı, yorucu bir tartışmaya kendisini hazırlamıştı fakat kataloglara kendisini duyuramadı. Malpraktis laboratuvarına gitti, orada Sam, Simpleks-ve-Multipleks bilgisayarın 10.700 angström duyarlılığında donanımı vardı. Sam Henry’i göremiyordu fakat onu bir çeşit dalga-ara yüzü olgusuyla duyabildi.
            “Sam,” dedi Hassel. “İcadın anasını belledim oğlum.”
            “Sen her zaman yeni şeyler icat ediyorsun, Henry,” diye yakındı Sam.
“Sana tahsis edilen veriler doldu. Senin için başka bir kayıt açmam gerekecek mi?”
“Ama benim tavsiyeye ihtiyacım var. Zaman üzerinde kimin hükmü var? Yani zaman yolculuğunun.”
            “Israel Lennox olsa gerek, mekânsal mekaniği, Yale profesörü”
            “Onunla nasıl iletişime geçebilirim?”
            “Geçemezsin Henry. Öldü o. 75’te hem de.
            “Peki, zaman üzerinde hükmü olan, yani zaman yolculuğunun ve yaşayan kim var?”
            “Wiley Murphy.”
            “Murphy mi? Bizim Travma departmanından Murphy? Vay canına. Nerede o şimdi?”
            “Aslına bakarsan Henry, o da senin evine gitti sana bir şey sormak için.”
            Hassel yürümeden direkt eve gitti, laboratuvarını ve çalışma odasını aramaya başladı fakat kimseyi bulamadı ve süzülerek oturma odasına gitti ve kızıl saçlı karısının o lavukla hala yiyiştiğini gördü. (Bütün bunların hepsi anlayacağınız üzere zaman makinesinin yapılmasından sonra ki birkaç dakikada geçiyor; zamanda yolculuğun doğası gereği.) Hassel bir iki kez boğazını temizledi ve karısının omzuna vurdu. Parmakları onun içinden geçti.
            “Affedersin, tatlım,” dedi. “Wiley Murphy beni görmeye geldi mi acaba?”
            Daha sonra dikkatlice bakınca karısına yumulan adamın Murphy’nin ta kendisi olduğunu gördü.
            “Murphy!” diye haykırdı Hassel. “İşte aradığım adam. İnanılmaz şeyler yaşadım oğlum.” Diyerek olağanüstü deneyimini açıklamaya başladı. “Murphy, u – v = (u½ – v¼) (ua
          
+ ux + vy) ama George Washington ise F (x)y+ dx ve Enrico Fermi F (u½) dxdt Marie Curie’nin yarısı, daha sonra da Christopher Colombus’un eksi bir’in kareköküyle çarpımı?”
            Murphy Hassel’ iplemedi, tıpkı Bayan Hassel gibi. Geçen taksiden Hassel’in denklemlerini not aldım.
            “Beni dinlesene, Murphy,” dedi Hassel. “Grete, yavrucuğum bizi bir dakika yalnız bırakır mısın? Ben—Tanrı aşkına şu saçmalığa bir son verin? Ciddi bir şey anlatıyorum şurada.”
            Hassel bu iki genç aşığı ayırmaya çalıştı. Onu duymalarını sağlamak için onlara dokunamıyordu bile artık. Suratı tekrar kıpkırmızı oldu ve Bayan Hassel ile Murphy’e tekme tokat dalmaya başladı. Tabii ki İdeal bir gazı dövmek gibiydi bu. En iyi bu şekilde anlatabilirdim sanırım.
            “Hassel!”
            “O kim lan?”
            “Dışarı gelir misin bir saniye. Seninle konuşmam lazım.”
            Duvarın içinden bağırdı. “Neredesin sen?”
            “Buradayım.”
            “Biraz bulanık görünüyorsun.”
            “Sende.”
            “Sen kimsin?”
            “Benim adım Lennox, Israel Lennox.”
            “Israel Lennox, mekânsal mekaniği, Yale profesörü?”
            “Aynen.”
            “Ama sen 75’te ölmüştün?”
            “75’te ortadan kayboldum.”
            “Ne demek istiyorsun?”
         
“Ben bir zaman makinesi yarattım.”
            “Aman Tanrım! Bende,” dedi Hassel. “Bu akşamüzeri bir anda aklıma geliverdi bu fikir—Neden bilmiyorum ama—Ve en sıra dışı deneyimi yaşadım. Lennox, zaman doğrusal bir süreç değil.”
            “Değil mi?”
            “Ayrı parçalardan oluşan bir dizi—bir kolyede ki inciler gibi.”
            “Evet?”
            “Her inci aslında bir “Şu an”. Ve her “Şu an” kendi geçmişine ve geleceğine sahip, ama hiç birinin birbiriyle bir alakası yok. Anladın mı? Eğer a = a1 + a 2ji + ax (b1)—”
            “Matematiği siktir et şimdi Henry.”
            “Bir tür kuantum enerji transferi. Zaman ayrı parçalar ya da kuantumlarda yayılan bir şey. Biz her kuantumu ziyaret edebilir ve onlarda değişiklik yapabiliriz, ama hiçbir parça diğer bir parçayı etkilemez, değil mi?”
            “Değil,” dedim üzgün bir şekilde.
            “Ne demek “değil?” “ derken yandan geçen üniversiteli pilicin dekoltesine bir bakış attı. “Trokoid denklemini alıyorsun—“
            “Değil ulan işte,” diye tekrarladım. “Beni dinleyecek misin, Henry?”
            “Ah, devam et,” dedi.
            “Giderek hayali, sönük, spektral bir hal aldığının farkında mısın? Uzay ve zaman artık seni etkilemiyor?”
            “Evet?”
            “Henry, 75’te zaman makinesi yapmak gibi bir aptallık ettim.”
            “Evet söylemiştin. Dinle, güç girişine ne dersin? Ben sanırım 7.3 kilovatlık kullanıyorum her—“
            “Siktir et şimdi güç girişini, Henry. Geçmişe ilk gittiğimde, buzul çağına gittim. Mastodon’un, dev bir tane tembel hayvan ve bir tane de kılıç dişli kaplan fotoğrafı çekmeyi

çok istemiştim. Mastodon’u kareye almak için geri geri gidiyordum. f/6.3’te ve saniyenin 1/100 perde hızında, ya da makinenin ekranını kullanarak mı çekse—“
            “Bırak şimdi ekranı mekranı,” dedi.
            “Geri geri giderken, tökezleyip yanlışlıkla küçük bir buzul çağı böceğini ezdim.”
            “Bu kazadan ötürü o kadar korkmuştum ki. Kendi zamanıma geri döndüğümde sırf bu küçük salaklığım yüzünden her şeyin değişmiş olabileceğini düşünmeye başladım. Geriye döndüğümde hiç bir şeyin değişmediğini fark ettiğimde ki şaşkınlığımı bir düşünsene.”
            “Aha!” dedi hassel.
            “Meraklanmaya başlamıştım. Buzul çağına geri gidip Mastodon’u da öldürdüm. 1975’te ki hiç bir şey değişmedi. Buzul çağına gidip bütün vahşi doğayı katlettim—ve hala değişen bir şey yoktu. Zamandan zamana atlayarak, geleceği değiştirmek için önüme gelen her şeyi yakıp yıktım.”
            “Sende benim yaptıklarımın aynısını yaptın yani,” diye bağırdı Hassel. “Karşılaşmamamız garip doğrusu.”
            “Hiçte garip değil.”
            “Colombus’u hakladım.”
            “Marco Poloyu deştim.”
            “Napolyon’u ben öldürdüm.”
            “Einstein daha önemli sanıyordum.”
            “Muhammed’i öldürmek fazla bir şey değiştirmedi—Ondan daha fazla şey beklerdim.”
            “Biliyorum. Bende onu öldürdüm.”
            “Ne demek bende onu öldürdüm?” diye sordu Hassel.
            “Onu 16 Eylül, 599’da öldürdüm, Eski usul.
            “Nasıl, ben Muhammedi 5 Ocak 598’de hakladım.”
            “Sana inanıyorum.”
           
“Onu ilk ben öldürdüysem sen nasıl daha sonra tekrar öldürebildin ki?”
            “Onu ikimizde öldürdük.”
            “İmkânsız bu.”
            “Oğlum,” dedim, “zaman tamamen sübjektif bir şey. Özel bir mesele—Kişisel bir deneyim. Nesnel zaman diye bir şey yok, tıpkı nesnel bir aşk olmadığı gibi, ya da nesnel bir ruh.”
            “Zamanda yolculuk yapmanın imkânsız olduğunu mu söylüyorsun bana? Ama bunu başardık.” 
            “Emin olmak gerekirse benim bildiğim kadarıyla, bir başkasının geçmişine gidemeyiz sadece kendi geçmişimize gidebiliriz. Evrensel bir süreç yok, Henry. Milyarlarca birey var, hepsinin kendi süreçleri var ve bir süreç bir diğerini etkileyemez. Biz bir tencerede ki binlerce milyonlarca spagettiden biriyiz. Zamanda yolculuk yapan hiçbir kimse geçmişte ya da gelecekte bir diğer zaman yolcusuyla karşılaşamaz. Her birimiz kendi yolumuzda aşağı ya da yukarı doğru gidebiliriz, sadece kendimiz.
            “Ama seninle ben şu an karşılaşıyoruz.”
            “Biz artık zamanda yolculuk yapan yolcular değiliz, Henry. Biz Spagetti sosu olduk.”
            “Spagetti sosu mu?”
            “Evet. Sen ve ben istediğimiz inci kolyeye gidebiliriz çünkü biz kendimizi yok ettik.
            “Anlayamıyorum.”
            “Eğer birisi geçmişi değiştirirse sadece kendi geçmişini değiştirmiş olur—Bir başkasının değil. Geçmiş hafıza gibidir. Eğer birisinin hafızasını, anılarını silersen onu tamamen ortadan kaldırmış olursun ama diğerlerine bir şey olmaz. Sen ve ben kendi geçmişlerimizi sildik. Diğer bireylerin dünyaları devam ediyor ama biz son bulduk.
            “Son bulduk demekle, ne demek istiyorsun?”

            “Her bir yok etme ile bizde biraz yok olduk. Şimdi ise tamamen yok olmuş durumdayız. Biz resmen zaman öldürdük. Biz birer hayaletiz. Umarım Bayan Hassel, Murphy ile birlikte mutlu olur… Hadi artık akademiye gidelim. Ampére, Ludwig Boltzmann ile ilgili muhteşem bir hikâye anlatıyor.”