Muhammed'i Öldüren Adamlar
Tarihi kötürüm bırakan bir adam vardı. O imparatorlukları
devirdi hanedanları yerinden yurdundan etti. Onun yüzünden Mount Vernon ulusal
bir türbe olmayacaktı. Ohio ise Cabot, Ohio olarak tarihe geçecekti. Onun
yüzünden Marie Curie ismi Fransa’da lanetlenecekti ve kimse Peygamberin sakalı
aşkına diye yemin edemeyecekti. Aslında, bunların hiç biri gerçekleşmedi, çünkü
o çılgın bir profesördü; ya da, başka bir deyişle, o sadece bütün bunları
kendisi için gerçek dışı yapmayı başardı.
Şimdi, hasta okuyucular geleneksel çılgın profesörleri
iyi bilirler, cılız ve çok bilgili, kendi laboratuvarlarında canavarlar
yaratırlar ki her zaman bu canavarlar yaratıcılarına karşı çıkarlar ve onların
kızlarına musallat olurlar. Bu hikâye o tür yapmacık adamlarla ilgili bir
hikâye değil. Bu hikâye Henry Hassel, gerçek bir çılgın profesör hem de
kendisinden daha çok tanınan Ludwig Boltzmann (bkz. İdeal Gaz Yasası), Jacques
Charles ve André Marie Ampére ile ilgili (1775-1836).
Herkes elektrik amperinin Ampére’in arkasından
adlandırıldığını bilir. Ludwig Boltzmann
Avusturyalı önemli bir fizikçiydi, İdeal Gazların üzerinde siyah cisim
ışıması araştırmasıyla ünlüydü. Onu Britannia Ansiklopedisi’nin Üçüncü Cildinde
bulabilirsiniz. Jacques Alexandre César Charles uçmayla ilgilenen ilk
matematikçiydi ve hidrojen balonunu icat etti. Bunlar adam gibi adamlardı.
Aynı zamanda çılgın birer profesörlerdi. Mesela, Ampére Paris’te
önemli bir bilim adamıyla buluşmaya gidiyordu. Takside aklına muhteşem bir
fikir geldi (elektrik doğasıyla ilgilidir herhalde) ve hemen taksinin üzerine
denklemleri yazmaya başladı. Kabaca, dH = ipdl / r2 ki burada p Ñ’den dl
elementine dik mesafeli; ya da dH = i sin é dl / r2. Bu bazen Laplace yasası
olarak bilinir, fakat buna rağmen o yine toplantıda değildi.
Her
neyse, taksi Akademiye vardı. Ampére dışarı fırladı, taksiciye parasını
verdikten sonra bulduğu şeyi herkese anlatmak üzere içeri doğru koşturdu. Sonra
notların kendisinde olmadığını fark etti, nerede olduklarını hatırladı ve Paris
sokaklarında bir taksinin arkasından denklemleri için koşturmaya başladı. Bazen
Fermat’ın o ünlü “Son Teoremini” kaybettiğini düşünüyorum, fakat Fermat ta o
toplantıda değildi, iki yüz küsur yıl önce öldüğü için olabilir.
Ya da Boltzmann’ı ele alalım. Gelişmiş İdeal Gazlar ile
ilgili bir ders verirken, derslerine kalkülüs ekleyerek ayrı bir tat katıyordu,
böylece kafasında her şeyi daha kolay hallediyordu. O tür bir kafaya sahipti.
Öğrencileri matematiği çözmek için o kadar kafa yoruyorlardı ki dersi takip
edemiyorlardı ve Boltzmann’a denklemlerini tahtaya yazmaları için yalvarıyorlardı.
Boltzmann özür dileyerek ileride daha anlayışlı olacağına
söz verdi. Bir daha ki dersine şöyle başladı, “Beyler, Boyle Yasası ve Charles
Yasasını toplarsak, pv= p°v° (1 + at) denklemine varırız. Şimdi,
bariz olarak, eğer aSb = f (x) dx÷(a), sonra pv = RT ve vS f (x,y,z) dV = 0.
İki artı iki eşittir dört kadar basit bir işlem.” Tam bu anda Boltzmann verdiği
sözü hatırladı. Tahtaya dönerek, özenle 2 + 2 = 4 yazdı, ve dalarak kafasında
hesaplar yapmaya devam etti.
Jacques Charles, Charles’ın Yasasını (bazen Gay-Lussac
yasası olarakta bilinir) bulan parlak matematikçidir ki Boltzmann’da dersinde
bahsetmiştir. Ünlü bir eski yazı uzmanı olmaya gönülden bir tutkuyla bağlıydı—yani,
çok eski el yazmalarını bulmaya çalışan. Bence Gay-Lussac yasasını bulan kişi
olma onurunu paylaşmak zorunda kalması onu delirtmişti.
O Vrain-Lucas isimli bir dolandırıcıya Jül Sezar, Büyük
İskender ve Pontius Pilatus’un kendi el yazılarıyla yazılmış yazılar için tam
200.000 frank kaptırmıştı. İdeal olsun olmasın bütün gazların içinden görebilen
adam Charles bütün bu uydurmalara beceriksiz Vrain-Lucas’ın modern Fransızcayla
modern kâğıtlara modern kalemlerle yazmasına rağmen inanmıştı. Hatta ve hatta
Charles bunları Louvre’a bile bağışlamaya kalkıştı.
Şimdi bu adamlar salak değildi. Bu adamlar dâhi olabilmek
için büyük bir bedel ödemişlerdi çünkü diğer insanlar gibi düşünmüyorlardı.
Dâhiler doğruya beklenmeyen bir yoldan gidendir. Ne yazık ki bu beklenmeyen
yollar günlük hayatta birer felakettir. Henry Hassel’in de başına bu geldi,
Bilinmeyen Üniversitesi Uygulamalı Kompulsiyon profesörüydü kendisi.
Kimse Bilinmeyen Üniversitesinin nerede olduğunu veya
orada ne öğretildiğini bilmez. İki yüz tane eksantrik adamın iki bin tane
öğrencisi vardır—Marsa ayak basan ilk adam olana kadar ya da Nobel ödülünü
alana kadar tanınmayan cinsten. B.Ü mezunlarını her zaman belirli sorularla
tanıyabilirsiniz. Onlara hangi okula gittiklerini sorduğunuzda eğer “Devlet,”
ya da “Ah, Gazi bilmem kim okulu büyük ihtimal bilmezsin,” gibi kaçak yanıtlar
alıyorsanız bilin ki B.Ü mezunudur. Bir gün size sadece pickwick-vari eğitim
veren bu üniversite hakkında daha çok şey anlatmak isterim.
Her neyse, Henry Hassel bir öğleden sonra Psikotik
merkezinde ki ofisinden eve giderken, Fiziksel Kültür çarşısından geçiyordu. Bu
yolu antrenman yapan üniversiteli piliçleri dikizlemek için seçtiğini söylemek
doğru olmazdı; aslında Hassel B.Ü takımlarının kazandığı şampiyonluk
kupalarına—Botulizm, Şaşılık, Obstrüksiyon gibi sporlar—bakmaktan büyük haz
alıyordu. (Hassel üç sene art arda tekli Frambezi şampiyonuydu.) Eve yükselmiş
bir şekilde neşeden havalara uçarak girdi ve karısı da başka bir adamın
kollarında neşeden patlıyordu.
İşte oradaydı, sevgili otuz beş yaşında ki karısı, kızıl
saçlı badem gözlü, nefes nefese ceplerinden broşürler, mikro kimyasal cihaz,
diz kapağı refleks cihazı—aslında tam bir B.Ü karakterinde bir adam—fırlayan
bir adamlaydı. Nefes nefese kucaklaşma o kadar hararetliydi ki iki taraftan hiç
biri Hassel’in koridordan onları izlediğini fark etmedi.
Şimdi, Ampére, Charles ve Boltzmann’ı hatırlayın. Hassel
86 kilo çekiyordu. Kaslı ve sınır tanımayan bir adamdı. Karısını ve o lavuğu
paramparça etmesi bir çocuk oyuncağıydı onun için ve daha sonrada en çok yapmak
istediği şeyi yapmak gayet kolaydı—karısının canını almak. Ama Henry Hassel
dâhiler sınıfındaydı; onun kafası o şekilde çalışmıyordu.
Hassel ağır nefes alıyordu, özel laboratuvarına bir yük
motoru gibi daldı. DUODENUM Yazan bir çekmeceyi açtı ve içinden .45 kalibrelik revolver
’ini çıkardı. Başka ilginç isimli çekmecelerden birkaç farklı alet çıkardı. Tam
olarak yedi buçuk dakikada (o kadar da öfke dolu), bir zaman makinesi yarattı (
o kadar da dâhiydi).
Profesör Hassel zaman makinesini kendi etrafına kurdu ve
zamanı 1902’ye ayarladı, revolverini aldı ve bir tuşa bastı. Makine bozuk bir
tesisat gibi ses çıkarttı ve Hassel ortadan kayboldu. 3 Haziran 1902’de
Philadelphia’da ortaya çıktı ve direk 1218 No Walnut Street’e gitti, kırmızı
tuğlalı mermer zeminli bir evin zilini çaldı. Smithlerin üçüncü kardeşi
olabilecek bir tipte ki eleman kapıyı açtı ve Henry Hassel’e baktı.
“Bay
Jessup?” diye sordu Hassel boğuk bir sesle.
“Evet?”
“Siz Bay Jessup musunuz?”
“Evet benim.”
“Sizin Edgar adında bir oğlunuz olacak değil mi? Edgar Allan
Jessup—Poe’ya olan hayranlığınızdan ötürü verdiğiniz bir isim?”
Üçüncü Smith kardeş irkildi. “Bildiğim kadarıyla hayır,”
dedi. “Ben henüz evli değilim.”
“Evleneceksin,” dedi Hassel öfkeli bir şekilde. “Ben
senin oğlunun kızıyla evlenecek kadar şanssız bir adamım. Greta. Affedersin.”
Silahını kaldırdı ve karısının o lanet olası dedesini vurdu.
“Artık ortadan kalkmış olmalı,” dedi mırıldandı Hassel
karısını kastederek, silahından çıkan dumanla beraber. “Bekâr olacağım. Belki
de başkasıyla evleneceğim… Aman Allah’ım! Kimle acaba?”
Hassel sabırsız bir şekilde zaman makinesinin onu
otomatikman kendi zamanına götürmesini bekliyordu. Hemen oturma odasına koştu.
Kızıl saçlı güzel karısı hala o lavuğun kollarındaydı.
Hassel’in başından kaynar sular döküldü.
“Demek öyle,” diye homurdandı. “Orospuluk ailede bir
gelenek herhâlde. Şimdi görürüz. Bizde çare çok.” Diyerek bir kahkaha attı ve
hemen laboratuvarına dönerek kendisini 1901 yılına geri gönderdi, karısının
büyükannesi olacak o Emma Hotchkiss’i öldürdüğü yere. Daha sonra kendi
zamanında ki kendi evine geri döndü. Kızıl saçlı güzel karısı hala o lavuğun
kollarındaydı.
“O yaşlı sürtüğün onun büyük annesi olduğunu biliyorum,”
diye mırıldandı Hassel. O kadar birbirlerine benziyorlardı ki. Ne halt yanlış
gitti ulan?”
Hassel şaşırmıştı ve dehşete düşmüştü, fakat ümitsizliğe
kapılmadı. Çalışmaya başladı, zar zor telefonu eline aldı ve sonunda Malpraktis
Laboratuvarı’nı aradı. Parmakları telefonun arama deliklerinden taşıyordu.
“Sam?” dedi. “Ben Henry.”
“Kim?”
“Henry.”
“Biraz yüksek sesle lütfen.”
“Henry Hassel!”
“Ah, iyi akşamlar, Henry.”
“Bana zamandan bahsetsene biraz.”
“Zaman mı? Hmmmm…” Simpleks-ve-Multipleks Bilgisayar
verilere ulaşmaya çalışırken boğazını temizledi. “Öhm. Zaman. (1) Mutlak. (2)
Göreceli. (3) Tekrarlanan. (1) Mutlak: dönem, koşul, süre, günlük, ebediyen—“
“Özür dilerim Sam. Yanlış soru. Tekrar başlayalım. Zaman
derken zamanda yolculuk yapmayı kastetmiştim.”
Sam birkaç mekanik ses çıkardı ve tekrar başladı. Hassel
dikkatle dinlemeye başladı. Sam başını salladı, homurdandı. “A ha. A ha. Peki.
Tamam. Bende öyle düşünmüştüm. Bir süreklilik öyle mi? Geçmişte yapılanlar
geleceği şekillendirmeli. O zaman doğru yoldayım. Ama yapılan şeyler belirgin
olmalı? Kitle Eylem etkisi. Bilgiler mevcut olayların akışını yönlendiremez.
Hmmmm. Ama bir büyükanne ne kadar bilgili olabilir ki?
“Ne yapmaya çalışıyorsun, Henry?”
“Karımı öldürmeye,” diye tersledi Henry. Telefonu
kapattı. Laboratuvarına geri döndü. Düşünmeye başladı, hala kıskançlık
krizindeydi.
“Önemli bir şey yapmalıyım,” diye homurdandı. “Greta’yı
ortadan kaldır. Her şeyi ortadan kaldır. Tamam, Tanrı şahidim olsun ki onlara
göstereceğim.”
Hassel 1775 yılına geri döndü, Virginia’da bir çiftliği
ziyaret etti ve genç bir albayı göğsünden vurdu. Albayın ismi George Washington’du
ve Hassel onu öldüğünden emin oldu. Daha sonra kendi zamanında ki kendi evine
geri döndü. Kızıl saçlı güzel karısı hala o lavuğun kollarındaydı.
“Hay
amına koyayım!” dedi Hassel. Mermileri bitmek üzereydi. Yeni bir kutu mermi
açtı, zamanda geri giderek Christopher Colombus’u, Napolyon’u, Muhammed’i ve
yarım düzine önemli insanı delik deşik etti. “Herhalde artık olmuştur Tanrı
aşkına!” dedi Hassel.
Kendi zamanına geri döndü ve karısını aynı şekilde buldu.
Ayakları su misali sanki yerde eriyip gidiyordu. Hemen kâbus
çukurlarında yürürcesine laboratuvarına döndü.
“Ne bu önemli şey zamazingosu ulan?” diye sordu kendi
kendisine acı çeker bir şekilde. “Geleceği değiştirmek için ne kadar ileri
gitmek lazım? Tanrı şahidim olsun ki, bu sefer gerçekten değiştireceğim. Sonuna
kadar gideceğim.”
Hassel Yirminci yüzyılın başında Paris’e gitti ve
Sorbonne yakınlarında ki bir çatı katı atölyesinde Madam Curie’yi ziyaret etti.
“Madam,” dedi berbat Fransızcasıyla, “Sizin için tamamen bir yabancıyım, ama
ben bir bilim adamıyım. Radyumla olan çalışmalarınızı biliyorum—Ah? Henüz
radyumunuz yok mu? Sorun değil. Buraya size nükleer füzyonu öğretmek için
geldim.
Hassel her şeyi öğretti ona. Otomatik olarak kendi
zamanına dönmeden önce Paris’te bir mantar bulutunun yükselmesini izleme keyfi
yaşadı. “Bu o şırfıntıya orospuluğunun bedelini gösterir,” diye homurdandı.
“Laan!” diye istemsizce tepki verdi o kızıl saçlı karısının—ne yaptığı gayet
açıktı tekrarlamaya gerek yok.
Hassel çalışmasına sislerin arasından sıyrılarak gitti ve
oturup düşünmeye başladı. O düşünürken sizi bu hikâyenin geleneksel zaman hikâyelerinden
farklı olduğu konusunda uyarayım. Henry’nin karısını düdükleyen adamın kendisi
çıkacağını zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Bu hızlı lavuk Henry Hassel değil,
oğlu hiç değil, ya da Ludwig Boltzmann (1844-1906) değil. Hassel zaman içinde
tur atıp başladığı yere—hiç kimsenin mutlu olmadığı ve herkesin öfkeli
olduğu—geri gelmiyor. Basit bir nedeni var çünkü zaman yuvarlak, doğrusal, tandem,
diskoid, azigos, ya da gerilebilen bir şey değildir. Hassel’ında fark ettiği
gibi, zaman özel bir konudur.
“Belki de bir yeri atladım nasıl olduysa,” diye
homurdandı Hassel. “Bir an önce bulsam iyi olacak.” Zar zor telefona uzandı ve
kütüphaneyi aramayı başardı.
“Merhaba, Kütüphane? Ben Henry.”
“Kim?”
“Henry
Hassel.”
“Enri Asıl mı?”
“HENRY HASSEL!”
“Ah, İyi akşamlar, Henry.”
“George Washington ile ilgili elinde ne var?”
Kütüphane kataloglarını ararken mekanik sesler
çıkartıyordu. “Birleşik Devletlerin ilk başkanı George Washington’ın memleketi
olan—“
“İlk başkanı mı? O 1775’te öldürülmedi mi?”
“Ya Henry. Ne kadar salak salak sorular bunlar? Herkesin
bildiği üzere George Wash—“
“Kimse onun vurulduğunu bilmiyor mu?”
“Kim tarafından?”
“Ben.”
“Ne zaman?”
“1775’te”
“Bunu yapmayı nasıl başardın?”
“Revolverim var.”
“Hayır, Yani demek istediğim iki yüzyıl önce bunu yapmayı
nasıl başardın?”
“Bir zaman makinem var.”
“Yani, burada hiç kaydı yok,” dedi kütüphane.
“Kayıtlarıma göre gayet iyi durumda. Iskalamış olmalısın.”
“Iskalamadım. Christopher Colombus peki? Onun 1948’te
öldüğüyle ilgili bilgin var mı?”
“Ama o 1492’de yeni dünyayı keşfetti.”
“Hayır
keşfetmedi. O 1489 yılında öldürüldü.”
“Nasıl?”
“Bir kırkbeşlik ile midesini delik deşik ettim”
“Yine mi sen Henry?”
“Evet.”
“Burada öyle bir kayıt yok,” diye ısrar etti kütüphane.
“Çok berbat bir atıcı olmalısın.”
“Kayışı sıyırmayacağım,” dedi Hassel titreyen bir sesle.
“Neden sıyırmayasın Henry?”
“Çünkü zaten sıyırdım,” diye bağırdı. “Tamam mı! Marie
Curie’ye nolmuş peki? Nükleer Füzyonu bulup yüzyılın başında Paris’i havaya
uçurmamış mı?
“Hayır uçurmadı. Enrico Fermi—“
“Evet uçurdu.”
“Hayır uçurmadı.”
“Bizzat ben öğrettim ona. Ben. Henry Hassel.”
“Herkes senin iyi bir kuramcı olduğunu söyler, ama berbat
bir öğretmensin, Henry. Sen—“
“Canın Cehenneme, seni yaşlı bunak. Bunun bir açıklaması
olmalı.”
“Neden?”
“Unuttum. Aklımda bir şey vardı, ama artık bir önemi yok.
Sen ne önerirsin?”
“Gerçekten bir zaman makinen mi var?”
“Tabii ki de zaman makinem var.”
“O zaman geri git ve kontrol et.”
Hassel 1775 yılına geri döndü, Mount Vernon’u ziyaret etti
ve bahar aylarında yapılan dikimleri durdurdu. “Affedersiniz, albayım,” diye
söze girdi.
Büyük
adam ona merakla incelemeye başladı. “Komik konuşuyorsun yabancı,” dedi.
“Nerelisin sen?”
“Ah Gazi bilmem kim okulundanım büyük ihtimal
duymamışsınızdır.”
“Komikte görünüyorsun. Biraz puslu doğrusunu söylemek
gerekirse.”
“Söylesenize albayım, Christopher Colombus hakkında ne
duydunuz?”
“Pek fazla değil,” diye cevapladı Albay Washington. “iki
yüz üç yüz yıl önce ölmüş.”
“Ne zaman öldü tam olarak?”
“Yıl bin beş yüz bilmem kaç diye hatırlıyorum.”
“Hayır, o 1489’da öldü.”
“Yanlışın var genç adam. O Amerika’yı 1492’de keşfetti.”
“Amerika’yı Cabot keşfetti. Sebastian Cabot.”
“Hayır, Cabot az biraz sonra geldi.”
“Mutlak bir kanıtım var!” diye başladı Hassel, fakat daha
sonra tıknaz ve şişman bir adam gibi kesildi ve öfkeden kıpkırmızı gülünç bir
surata büründü. Bol gri bir pantolon ve kendisine iki beden küçük gelen bir
tüvit ceket giymişti. Kırkbeşlik revolverini yanında taşıyordu. Henry Hassel
biraz dikkatlice baktıktan sonra fark etti ki kendisine bakıyordu ve bu
durumdan hiç hoşnut değildi.
“Aman Tanrım!” diye homurdandı Hassel. “Bu benim,
Washington’u öldürmek üzere ilk gelişim. Eğer bu ikinci ziyaretimi bir saat
daha geç yapsaydım, Washington’u ölü bulacaktım. Hey!” diye seslendi. “Daha
değil. Dur bir dakika. Bir şeyleri açıklığa kavuşturmam lazım.”
Hassel kendisine hiç önem vermedi; hatta kendisinde bile
değil gibiydi. Direk Albay Washington’un üzerine doğru yürüyüp onun midesini
delik deşik etti. Albay Washington yere yığıldı ve kesin olarak öldü. İlk katil
cesedi inceledi ve daha sonra Hassel’in onunla tartışmak için durdurma
cabalarını önemsemedi ve dönüp homurdanarak yürümeye devam etti.
“Beni
duymadı,” diye şaşırdı Hassel. “Beni fark etmedi bile. Ve ilk seferde Albayı
vurmak üzereyken kendi kendimi durdurmaya çalıştığımı neden hatırlamıyorum? Ne
haltlar dönüyor?”
Çok bozuk bir şekilde, Henry Hassel 1940’ların başında
Chicago’ya gitti ve Chicago Üniversitesi’nin squash kortlarını ziyaret etti.
Onu kaplayan grafit tozları arasında Fermi adında ki İtalyan bilim adamını
buldu.
“Marie Curie’nin çalışmalarını tekrarlıyorsun, gördüğüm
kadarıyla doktoreee?” dedi Hassel.
Fermi soluk bir ses duyduğunu düşünerek bir bakış attı.
“Marie Curie’nin çalışmalarını tekrarlıyorsun, doktoreee?” diye gürledi Hassel.
Fermi garip bir şekilde ona baktı, “nerelisin sen amigo?”
“Devlet.”
“Dışişlerinden mi?”
“Hayır sadece devlet. Bu doğru değil mi, doktoreee, Marie Curie bin dokuz yüz
bilmem kaçta nükleer füzyonu bulmadı mı?
“Hayır! Hayır! Hayır!” Diye ağladı Fermi. “İlk biz bulduk
ve daha oraya kadar gelmedik bile. Polis! Polis! Casus!”
“Bu sefer kayıtlara geçeceğim,” diye homurdandı Hassel.
Gözü gibi baktığı 45’liği çıkardı ve Doktor Fermi’nin göğsüne boşalttı bütün mermilerini
ve orada öylece tutuklanıp gazetelerde kurban edilmeyi bekledi. Acayip bir
şekilde, Doktor Fermi yere yığılmadı. Doktor Fermi göğsünde hafif bir sızı
hissetti ve bağrışmaları duyup gelenlere ise “Bir şey yok. Ani bir yanma
hissettim büyük ihtimal kardiyak sinir nevraljisidir, gazdır büyük ihtimal.”
Dedi.
Hassel otomatik geri dönmeyi bekleyemeyecek kadar
tedirgindi. Bunun yerine biran önce Bilinmeyen Üniversitesine gitti. Bu ona bir
ipucu vermeliydi ama o bunu göremeyecek kadar delirmişti. İşte ilk bu zaman ben
(1913-1975) onu görmüştüm—loş bir tiple derbeder bir şekilde park edilen
arabaların, kapalı kapıların, duvarların arasında yüzünde delice bir
kararlılıkla bekliyordum.
Direk
kütüphaneye daldı, yorucu bir tartışmaya kendisini hazırlamıştı fakat kataloglara
kendisini duyuramadı. Malpraktis laboratuvarına gitti, orada Sam,
Simpleks-ve-Multipleks bilgisayarın 10.700 angström duyarlılığında donanımı
vardı. Sam Henry’i göremiyordu fakat onu bir çeşit dalga-ara yüzü olgusuyla
duyabildi.
“Sam,” dedi Hassel. “İcadın anasını belledim oğlum.”
“Sen her zaman yeni şeyler icat ediyorsun, Henry,” diye
yakındı Sam.
“Sana tahsis edilen
veriler doldu. Senin için başka bir kayıt açmam gerekecek mi?”
“Ama benim tavsiyeye
ihtiyacım var. Zaman üzerinde kimin hükmü var? Yani zaman yolculuğunun.”
“Israel Lennox olsa gerek, mekânsal mekaniği, Yale
profesörü”
“Onunla nasıl iletişime geçebilirim?”
“Geçemezsin Henry. Öldü o. 75’te hem de.
“Peki, zaman üzerinde hükmü olan, yani zaman yolculuğunun
ve yaşayan kim var?”
“Wiley Murphy.”
“Murphy mi? Bizim Travma departmanından Murphy? Vay
canına. Nerede o şimdi?”
“Aslına bakarsan Henry, o da senin evine gitti sana bir
şey sormak için.”
Hassel yürümeden direkt eve gitti, laboratuvarını ve
çalışma odasını aramaya başladı fakat kimseyi bulamadı ve süzülerek oturma
odasına gitti ve kızıl saçlı karısının o lavukla hala yiyiştiğini gördü. (Bütün
bunların hepsi anlayacağınız üzere zaman makinesinin yapılmasından sonra ki
birkaç dakikada geçiyor; zamanda yolculuğun doğası gereği.) Hassel bir iki kez
boğazını temizledi ve karısının omzuna vurdu. Parmakları onun içinden geçti.
“Affedersin, tatlım,” dedi. “Wiley Murphy beni görmeye
geldi mi acaba?”
Daha sonra dikkatlice bakınca karısına yumulan adamın
Murphy’nin ta kendisi olduğunu gördü.
“Murphy!” diye haykırdı Hassel. “İşte aradığım adam.
İnanılmaz şeyler yaşadım oğlum.” Diyerek olağanüstü deneyimini açıklamaya
başladı. “Murphy, u – v = (u½ – v¼) (ua
+ ux + vy) ama George
Washington ise F (x)y+ dx ve Enrico Fermi F (u½) dxdt Marie Curie’nin yarısı,
daha sonra da Christopher Colombus’un eksi bir’in kareköküyle çarpımı?”
Murphy Hassel’ iplemedi, tıpkı Bayan Hassel gibi. Geçen
taksiden Hassel’in denklemlerini not aldım.
“Beni dinlesene, Murphy,” dedi Hassel. “Grete, yavrucuğum
bizi bir dakika yalnız bırakır mısın? Ben—Tanrı aşkına şu saçmalığa bir son
verin? Ciddi bir şey anlatıyorum şurada.”
Hassel bu iki genç aşığı ayırmaya çalıştı. Onu
duymalarını sağlamak için onlara dokunamıyordu bile artık. Suratı tekrar
kıpkırmızı oldu ve Bayan Hassel ile Murphy’e tekme tokat dalmaya başladı. Tabii
ki İdeal bir gazı dövmek gibiydi bu. En iyi bu şekilde anlatabilirdim sanırım.
“Hassel!”
“O kim lan?”
“Dışarı gelir misin bir saniye. Seninle konuşmam lazım.”
Duvarın içinden bağırdı. “Neredesin sen?”
“Buradayım.”
“Biraz bulanık görünüyorsun.”
“Sende.”
“Sen kimsin?”
“Benim adım Lennox, Israel Lennox.”
“Israel Lennox, mekânsal mekaniği, Yale profesörü?”
“Aynen.”
“Ama sen 75’te ölmüştün?”
“75’te ortadan kayboldum.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Ben
bir zaman makinesi yarattım.”
“Aman Tanrım! Bende,” dedi Hassel. “Bu akşamüzeri bir
anda aklıma geliverdi bu fikir—Neden bilmiyorum ama—Ve en sıra dışı deneyimi
yaşadım. Lennox, zaman doğrusal bir süreç değil.”
“Değil mi?”
“Ayrı parçalardan oluşan bir dizi—bir kolyede ki inciler
gibi.”
“Evet?”
“Her inci aslında bir “Şu an”. Ve her “Şu an” kendi
geçmişine ve geleceğine sahip, ama hiç birinin birbiriyle bir alakası yok.
Anladın mı? Eğer a = a1 + a 2ji + ax (b1)—”
“Matematiği siktir et şimdi Henry.”
“Bir tür kuantum enerji transferi. Zaman ayrı parçalar ya
da kuantumlarda yayılan bir şey. Biz her kuantumu ziyaret edebilir ve onlarda
değişiklik yapabiliriz, ama hiçbir parça diğer bir parçayı etkilemez, değil
mi?”
“Değil,” dedim üzgün bir şekilde.
“Ne demek “değil?” “ derken yandan geçen üniversiteli
pilicin dekoltesine bir bakış attı. “Trokoid denklemini alıyorsun—“
“Değil ulan işte,” diye tekrarladım. “Beni dinleyecek
misin, Henry?”
“Ah, devam et,” dedi.
“Giderek hayali, sönük, spektral bir hal aldığının
farkında mısın? Uzay ve zaman artık seni etkilemiyor?”
“Evet?”
“Henry, 75’te zaman makinesi yapmak gibi bir aptallık
ettim.”
“Evet söylemiştin. Dinle, güç girişine ne dersin? Ben
sanırım 7.3 kilovatlık kullanıyorum her—“
“Siktir et şimdi güç girişini, Henry. Geçmişe ilk
gittiğimde, buzul çağına gittim. Mastodon’un, dev bir tane tembel hayvan ve bir
tane de kılıç dişli kaplan fotoğrafı çekmeyi
çok istemiştim. Mastodon’u
kareye almak için geri geri gidiyordum. f/6.3’te ve saniyenin 1/100 perde
hızında, ya da makinenin ekranını kullanarak mı çekse—“
“Bırak şimdi ekranı mekranı,” dedi.
“Geri geri giderken, tökezleyip yanlışlıkla küçük bir
buzul çağı böceğini ezdim.”
“Bu kazadan ötürü o kadar korkmuştum ki. Kendi zamanıma
geri döndüğümde sırf bu küçük salaklığım yüzünden her şeyin değişmiş
olabileceğini düşünmeye başladım. Geriye döndüğümde hiç bir şeyin değişmediğini
fark ettiğimde ki şaşkınlığımı bir düşünsene.”
“Aha!” dedi hassel.
“Meraklanmaya başlamıştım. Buzul çağına geri gidip
Mastodon’u da öldürdüm. 1975’te ki hiç bir şey değişmedi. Buzul çağına gidip
bütün vahşi doğayı katlettim—ve hala değişen bir şey yoktu. Zamandan zamana
atlayarak, geleceği değiştirmek için önüme gelen her şeyi yakıp yıktım.”
“Sende benim yaptıklarımın aynısını yaptın yani,” diye
bağırdı Hassel. “Karşılaşmamamız garip doğrusu.”
“Hiçte garip değil.”
“Colombus’u hakladım.”
“Marco Poloyu deştim.”
“Napolyon’u ben öldürdüm.”
“Einstein daha önemli sanıyordum.”
“Muhammed’i öldürmek fazla bir şey değiştirmedi—Ondan daha fazla şey beklerdim.”
“Biliyorum. Bende onu öldürdüm.”
“Ne demek bende onu öldürdüm?” diye sordu Hassel.
“Onu 16 Eylül, 599’da öldürdüm, Eski usul.
“Nasıl, ben Muhammedi 5 Ocak 598’de hakladım.”
“Sana inanıyorum.”
“Onu
ilk ben öldürdüysem sen nasıl daha sonra tekrar öldürebildin ki?”
“Onu ikimizde öldürdük.”
“İmkânsız bu.”
“Oğlum,” dedim, “zaman tamamen sübjektif bir şey. Özel
bir mesele—Kişisel bir deneyim. Nesnel zaman diye bir şey yok, tıpkı nesnel bir
aşk olmadığı gibi, ya da nesnel bir ruh.”
“Zamanda yolculuk yapmanın imkânsız olduğunu mu
söylüyorsun bana? Ama bunu başardık.”
“Emin olmak gerekirse benim bildiğim kadarıyla, bir
başkasının geçmişine gidemeyiz sadece kendi geçmişimize gidebiliriz. Evrensel
bir süreç yok, Henry. Milyarlarca birey var, hepsinin kendi süreçleri var ve
bir süreç bir diğerini etkileyemez. Biz bir tencerede ki binlerce milyonlarca
spagettiden biriyiz. Zamanda yolculuk yapan hiçbir kimse geçmişte ya da
gelecekte bir diğer zaman yolcusuyla karşılaşamaz. Her birimiz kendi yolumuzda
aşağı ya da yukarı doğru gidebiliriz, sadece kendimiz.
“Ama seninle ben şu an karşılaşıyoruz.”
“Biz artık zamanda yolculuk yapan yolcular değiliz,
Henry. Biz Spagetti sosu olduk.”
“Spagetti sosu mu?”
“Evet. Sen ve ben istediğimiz inci kolyeye gidebiliriz
çünkü biz kendimizi yok ettik.
“Anlayamıyorum.”
“Eğer birisi geçmişi değiştirirse sadece kendi geçmişini
değiştirmiş olur—Bir başkasının değil. Geçmiş hafıza gibidir. Eğer birisinin
hafızasını, anılarını silersen onu tamamen ortadan kaldırmış olursun ama
diğerlerine bir şey olmaz. Sen ve ben kendi geçmişlerimizi sildik. Diğer
bireylerin dünyaları devam ediyor ama biz son bulduk.
“Son bulduk demekle, ne demek istiyorsun?”
“Her bir yok etme ile bizde biraz yok olduk. Şimdi ise
tamamen yok olmuş durumdayız. Biz resmen zaman öldürdük. Biz birer hayaletiz.
Umarım Bayan Hassel, Murphy ile birlikte mutlu olur… Hadi artık akademiye
gidelim. Ampére, Ludwig Boltzmann ile ilgili muhteşem bir hikâye anlatıyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder