21 Ocak 2015 Çarşamba

The Men Who Murdered Mohammed / Muhammed'i Öldüren Adamlar (Alfred Bester)

Muhammed'i Öldüren Adamlar
            Tarihi kötürüm bırakan bir adam vardı. O imparatorlukları devirdi hanedanları yerinden yurdundan etti. Onun yüzünden Mount Vernon ulusal bir türbe olmayacaktı. Ohio ise Cabot, Ohio olarak tarihe geçecekti. Onun yüzünden Marie Curie ismi Fransa’da lanetlenecekti ve kimse Peygamberin sakalı aşkına diye yemin edemeyecekti. Aslında, bunların hiç biri gerçekleşmedi, çünkü o çılgın bir profesördü; ya da, başka bir deyişle, o sadece bütün bunları kendisi için gerçek dışı yapmayı başardı.
            Şimdi, hasta okuyucular geleneksel çılgın profesörleri iyi bilirler, cılız ve çok bilgili, kendi laboratuvarlarında canavarlar yaratırlar ki her zaman bu canavarlar yaratıcılarına karşı çıkarlar ve onların kızlarına musallat olurlar. Bu hikâye o tür yapmacık adamlarla ilgili bir hikâye değil. Bu hikâye Henry Hassel, gerçek bir çılgın profesör hem de kendisinden daha çok tanınan Ludwig Boltzmann (bkz. İdeal Gaz Yasası), Jacques Charles ve André Marie Ampére ile ilgili (1775-1836).
            Herkes elektrik amperinin Ampére’in arkasından adlandırıldığını bilir. Ludwig Boltzmann  Avusturyalı önemli bir fizikçiydi, İdeal Gazların üzerinde siyah cisim ışıması araştırmasıyla ünlüydü. Onu Britannia Ansiklopedisi’nin Üçüncü Cildinde bulabilirsiniz. Jacques Alexandre César Charles uçmayla ilgilenen ilk matematikçiydi ve hidrojen balonunu icat etti. Bunlar adam gibi adamlardı.
            Aynı zamanda çılgın birer profesörlerdi. Mesela, Ampére Paris’te önemli bir bilim adamıyla buluşmaya gidiyordu. Takside aklına muhteşem bir fikir geldi (elektrik doğasıyla ilgilidir herhalde) ve hemen taksinin üzerine denklemleri yazmaya başladı. Kabaca, dH = ipdl / r2 ki burada p Ñ’den dl elementine dik mesafeli; ya da dH = i sin é dl / r2. Bu bazen Laplace yasası olarak bilinir, fakat buna rağmen o yine toplantıda değildi.
           
Her neyse, taksi Akademiye vardı. Ampére dışarı fırladı, taksiciye parasını verdikten sonra bulduğu şeyi herkese anlatmak üzere içeri doğru koşturdu. Sonra notların kendisinde olmadığını fark etti, nerede olduklarını hatırladı ve Paris sokaklarında bir taksinin arkasından denklemleri için koşturmaya başladı. Bazen Fermat’ın o ünlü “Son Teoremini” kaybettiğini düşünüyorum, fakat Fermat ta o toplantıda değildi, iki yüz küsur yıl önce öldüğü için olabilir.
            Ya da Boltzmann’ı ele alalım. Gelişmiş İdeal Gazlar ile ilgili bir ders verirken, derslerine kalkülüs ekleyerek ayrı bir tat katıyordu, böylece kafasında her şeyi daha kolay hallediyordu. O tür bir kafaya sahipti. Öğrencileri matematiği çözmek için o kadar kafa yoruyorlardı ki dersi takip edemiyorlardı ve Boltzmann’a denklemlerini tahtaya yazmaları için yalvarıyorlardı.
            Boltzmann özür dileyerek ileride daha anlayışlı olacağına söz verdi. Bir daha ki dersine şöyle başladı, “Beyler, Boyle Yasası ve Charles Yasasını toplarsak, pv= p°v° (1 + at) denklemine varırız. Şimdi, bariz olarak, eğer aSb = f (x) dx÷(a), sonra pv = RT ve vS f (x,y,z) dV = 0. İki artı iki eşittir dört kadar basit bir işlem.” Tam bu anda Boltzmann verdiği sözü hatırladı. Tahtaya dönerek, özenle 2 + 2 = 4 yazdı, ve dalarak kafasında hesaplar yapmaya devam etti.
            Jacques Charles, Charles’ın Yasasını (bazen Gay-Lussac yasası olarakta bilinir) bulan parlak matematikçidir ki Boltzmann’da dersinde bahsetmiştir. Ünlü bir eski yazı uzmanı olmaya gönülden bir tutkuyla bağlıydı—yani, çok eski el yazmalarını bulmaya çalışan. Bence Gay-Lussac yasasını bulan kişi olma onurunu paylaşmak zorunda kalması onu delirtmişti.
            O Vrain-Lucas isimli bir dolandırıcıya Jül Sezar, Büyük İskender ve Pontius Pilatus’un kendi el yazılarıyla yazılmış yazılar için tam 200.000 frank kaptırmıştı. İdeal olsun olmasın bütün gazların içinden görebilen adam Charles bütün bu uydurmalara beceriksiz Vrain-Lucas’ın modern Fransızcayla modern kâğıtlara modern kalemlerle yazmasına rağmen inanmıştı. Hatta ve hatta Charles bunları Louvre’a bile bağışlamaya kalkıştı.
            Şimdi bu adamlar salak değildi. Bu adamlar dâhi olabilmek için büyük bir bedel ödemişlerdi çünkü diğer insanlar gibi düşünmüyorlardı. Dâhiler doğruya beklenmeyen bir yoldan gidendir. Ne yazık ki bu beklenmeyen yollar günlük hayatta birer felakettir. Henry Hassel’in de başına bu geldi, Bilinmeyen Üniversitesi Uygulamalı Kompulsiyon profesörüydü kendisi.
           

            Kimse Bilinmeyen Üniversitesinin nerede olduğunu veya orada ne öğretildiğini bilmez. İki yüz tane eksantrik adamın iki bin tane öğrencisi vardır—Marsa ayak basan ilk adam olana kadar ya da Nobel ödülünü alana kadar tanınmayan cinsten. B.Ü mezunlarını her zaman belirli sorularla tanıyabilirsiniz. Onlara hangi okula gittiklerini sorduğunuzda eğer “Devlet,” ya da “Ah, Gazi bilmem kim okulu büyük ihtimal bilmezsin,” gibi kaçak yanıtlar alıyorsanız bilin ki B.Ü mezunudur. Bir gün size sadece pickwick-vari eğitim veren bu üniversite hakkında daha çok şey anlatmak isterim.
            Her neyse, Henry Hassel bir öğleden sonra Psikotik merkezinde ki ofisinden eve giderken, Fiziksel Kültür çarşısından geçiyordu. Bu yolu antrenman yapan üniversiteli piliçleri dikizlemek için seçtiğini söylemek doğru olmazdı; aslında Hassel B.Ü takımlarının kazandığı şampiyonluk kupalarına—Botulizm, Şaşılık, Obstrüksiyon gibi sporlar—bakmaktan büyük haz alıyordu. (Hassel üç sene art arda tekli Frambezi şampiyonuydu.) Eve yükselmiş bir şekilde neşeden havalara uçarak girdi ve karısı da başka bir adamın kollarında neşeden patlıyordu.
            İşte oradaydı, sevgili otuz beş yaşında ki karısı, kızıl saçlı badem gözlü, nefes nefese ceplerinden broşürler, mikro kimyasal cihaz, diz kapağı refleks cihazı—aslında tam bir B.Ü karakterinde bir adam—fırlayan bir adamlaydı. Nefes nefese kucaklaşma o kadar hararetliydi ki iki taraftan hiç biri Hassel’in koridordan onları izlediğini fark etmedi.
            Şimdi, Ampére, Charles ve Boltzmann’ı hatırlayın. Hassel 86 kilo çekiyordu. Kaslı ve sınır tanımayan bir adamdı. Karısını ve o lavuğu paramparça etmesi bir çocuk oyuncağıydı onun için ve daha sonrada en çok yapmak istediği şeyi yapmak gayet kolaydı—karısının canını almak. Ama Henry Hassel dâhiler sınıfındaydı; onun kafası o şekilde çalışmıyordu.
            Hassel ağır nefes alıyordu, özel laboratuvarına bir yük motoru gibi daldı. DUODENUM Yazan bir çekmeceyi açtı ve içinden .45 kalibrelik revolver ’ini çıkardı. Başka ilginç isimli çekmecelerden birkaç farklı alet çıkardı. Tam olarak yedi buçuk dakikada (o kadar da öfke dolu), bir zaman makinesi yarattı ( o kadar da dâhiydi).
            Profesör Hassel zaman makinesini kendi etrafına kurdu ve zamanı 1902’ye ayarladı, revolverini aldı ve bir tuşa bastı. Makine bozuk bir tesisat gibi ses çıkarttı ve Hassel ortadan kayboldu. 3 Haziran 1902’de Philadelphia’da ortaya çıktı ve direk 1218 No Walnut Street’e gitti, kırmızı tuğlalı mermer zeminli bir evin zilini çaldı. Smithlerin üçüncü kardeşi olabilecek bir tipte ki eleman kapıyı açtı ve Henry Hassel’e baktı.
            
“Bay Jessup?” diye sordu Hassel boğuk bir sesle.
            “Evet?”
            “Siz Bay Jessup musunuz?”
            “Evet benim.”
            “Sizin Edgar adında bir oğlunuz olacak değil mi? Edgar Allan Jessup—Poe’ya olan hayranlığınızdan ötürü verdiğiniz bir isim?”
            Üçüncü Smith kardeş irkildi. “Bildiğim kadarıyla hayır,” dedi. “Ben henüz evli değilim.”
            “Evleneceksin,” dedi Hassel öfkeli bir şekilde. “Ben senin oğlunun kızıyla evlenecek kadar şanssız bir adamım. Greta. Affedersin.” Silahını kaldırdı ve karısının o lanet olası dedesini vurdu.
            “Artık ortadan kalkmış olmalı,” dedi mırıldandı Hassel karısını kastederek, silahından çıkan dumanla beraber. “Bekâr olacağım. Belki de başkasıyla evleneceğim… Aman Allah’ım! Kimle acaba?”
            Hassel sabırsız bir şekilde zaman makinesinin onu otomatikman kendi zamanına götürmesini bekliyordu. Hemen oturma odasına koştu. Kızıl saçlı güzel karısı hala o lavuğun kollarındaydı.
            Hassel’in başından kaynar sular döküldü.
            “Demek öyle,” diye homurdandı. “Orospuluk ailede bir gelenek herhâlde. Şimdi görürüz. Bizde çare çok.” Diyerek bir kahkaha attı ve hemen laboratuvarına dönerek kendisini 1901 yılına geri gönderdi, karısının büyükannesi olacak o Emma Hotchkiss’i öldürdüğü yere. Daha sonra kendi zamanında ki kendi evine geri döndü. Kızıl saçlı güzel karısı hala o lavuğun kollarındaydı.
            “O yaşlı sürtüğün onun büyük annesi olduğunu biliyorum,” diye mırıldandı Hassel. O kadar birbirlerine benziyorlardı ki. Ne halt yanlış gitti ulan?”
            Hassel şaşırmıştı ve dehşete düşmüştü, fakat ümitsizliğe kapılmadı. Çalışmaya başladı, zar zor telefonu eline aldı ve sonunda Malpraktis Laboratuvarı’nı aradı. Parmakları telefonun arama deliklerinden taşıyordu.

            “Sam?” dedi. “Ben Henry.”
            “Kim?”
            “Henry.”
            “Biraz yüksek sesle lütfen.”
            “Henry Hassel!”
            “Ah, iyi akşamlar, Henry.”
            “Bana zamandan bahsetsene biraz.”
            “Zaman mı? Hmmmm…” Simpleks-ve-Multipleks Bilgisayar verilere ulaşmaya çalışırken boğazını temizledi. “Öhm. Zaman. (1) Mutlak. (2) Göreceli. (3) Tekrarlanan. (1) Mutlak: dönem, koşul, süre, günlük, ebediyen—“
            “Özür dilerim Sam. Yanlış soru. Tekrar başlayalım. Zaman derken zamanda yolculuk yapmayı kastetmiştim.”
            Sam birkaç mekanik ses çıkardı ve tekrar başladı. Hassel dikkatle dinlemeye başladı. Sam başını salladı, homurdandı. “A ha. A ha. Peki. Tamam. Bende öyle düşünmüştüm. Bir süreklilik öyle mi? Geçmişte yapılanlar geleceği şekillendirmeli. O zaman doğru yoldayım. Ama yapılan şeyler belirgin olmalı? Kitle Eylem etkisi. Bilgiler mevcut olayların akışını yönlendiremez. Hmmmm. Ama bir büyükanne ne kadar bilgili olabilir ki?
            “Ne yapmaya çalışıyorsun, Henry?”
            “Karımı öldürmeye,” diye tersledi Henry. Telefonu kapattı. Laboratuvarına geri döndü. Düşünmeye başladı, hala kıskançlık krizindeydi.
            “Önemli bir şey yapmalıyım,” diye homurdandı. “Greta’yı ortadan kaldır. Her şeyi ortadan kaldır. Tamam, Tanrı şahidim olsun ki onlara göstereceğim.”
            Hassel 1775 yılına geri döndü, Virginia’da bir çiftliği ziyaret etti ve genç bir albayı göğsünden vurdu. Albayın ismi George Washington’du ve Hassel onu öldüğünden emin oldu. Daha sonra kendi zamanında ki kendi evine geri döndü. Kızıl saçlı güzel karısı hala o lavuğun kollarındaydı.
           

“Hay amına koyayım!” dedi Hassel. Mermileri bitmek üzereydi. Yeni bir kutu mermi açtı, zamanda geri giderek Christopher Colombus’u, Napolyon’u, Muhammed’i ve yarım düzine önemli insanı delik deşik etti. “Herhalde artık olmuştur Tanrı aşkına!” dedi Hassel.
            Kendi zamanına geri döndü ve karısını aynı şekilde buldu.
            Ayakları su misali sanki yerde eriyip gidiyordu. Hemen kâbus çukurlarında yürürcesine laboratuvarına döndü.
            “Ne bu önemli şey zamazingosu ulan?” diye sordu kendi kendisine acı çeker bir şekilde. “Geleceği değiştirmek için ne kadar ileri gitmek lazım? Tanrı şahidim olsun ki, bu sefer gerçekten değiştireceğim. Sonuna kadar gideceğim.”
            Hassel Yirminci yüzyılın başında Paris’e gitti ve Sorbonne yakınlarında ki bir çatı katı atölyesinde Madam Curie’yi ziyaret etti. “Madam,” dedi berbat Fransızcasıyla, “Sizin için tamamen bir yabancıyım, ama ben bir bilim adamıyım. Radyumla olan çalışmalarınızı biliyorum—Ah? Henüz radyumunuz yok mu? Sorun değil. Buraya size nükleer füzyonu öğretmek için geldim.
            Hassel her şeyi öğretti ona. Otomatik olarak kendi zamanına dönmeden önce Paris’te bir mantar bulutunun yükselmesini izleme keyfi yaşadı. “Bu o şırfıntıya orospuluğunun bedelini gösterir,” diye homurdandı. “Laan!” diye istemsizce tepki verdi o kızıl saçlı karısının—ne yaptığı gayet açıktı tekrarlamaya gerek yok.      
            Hassel çalışmasına sislerin arasından sıyrılarak gitti ve oturup düşünmeye başladı. O düşünürken sizi bu hikâyenin geleneksel zaman hikâyelerinden farklı olduğu konusunda uyarayım. Henry’nin karısını düdükleyen adamın kendisi çıkacağını zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Bu hızlı lavuk Henry Hassel değil, oğlu hiç değil, ya da Ludwig Boltzmann (1844-1906) değil. Hassel zaman içinde tur atıp başladığı yere—hiç kimsenin mutlu olmadığı ve herkesin öfkeli olduğu—geri gelmiyor. Basit bir nedeni var çünkü zaman yuvarlak, doğrusal, tandem, diskoid, azigos, ya da gerilebilen bir şey değildir. Hassel’ında fark ettiği gibi, zaman özel bir konudur.
            “Belki de bir yeri atladım nasıl olduysa,” diye homurdandı Hassel. “Bir an önce bulsam iyi olacak.” Zar zor telefona uzandı ve kütüphaneyi aramayı başardı.
            “Merhaba, Kütüphane? Ben Henry.”
            “Kim?”
           
“Henry Hassel.”
            “Enri Asıl mı?”
            “HENRY HASSEL!”
            “Ah, İyi akşamlar, Henry.”
            “George Washington ile ilgili elinde ne var?”
            Kütüphane kataloglarını ararken mekanik sesler çıkartıyordu. “Birleşik Devletlerin ilk başkanı George Washington’ın memleketi olan—“
            “İlk başkanı mı? O 1775’te öldürülmedi mi?”
            “Ya Henry. Ne kadar salak salak sorular bunlar? Herkesin bildiği üzere George Wash—“
            “Kimse onun vurulduğunu bilmiyor mu?”
            “Kim tarafından?”
            “Ben.”
            “Ne zaman?”
            “1775’te”
            “Bunu yapmayı nasıl başardın?”
            “Revolverim var.”
            “Hayır, Yani demek istediğim iki yüzyıl önce bunu yapmayı nasıl başardın?”
            “Bir zaman makinem var.”
            “Yani, burada hiç kaydı yok,” dedi kütüphane. “Kayıtlarıma göre gayet iyi durumda. Iskalamış olmalısın.”
            “Iskalamadım. Christopher Colombus peki? Onun 1948’te öldüğüyle ilgili bilgin var mı?”
            “Ama o 1492’de yeni dünyayı keşfetti.”
        
“Hayır keşfetmedi. O 1489 yılında öldürüldü.”
            “Nasıl?”
            “Bir kırkbeşlik ile midesini delik deşik ettim”
            “Yine mi sen Henry?”
            “Evet.”
            “Burada öyle bir kayıt yok,” diye ısrar etti kütüphane. “Çok berbat bir atıcı olmalısın.”
            “Kayışı sıyırmayacağım,” dedi Hassel titreyen bir sesle.
            “Neden sıyırmayasın Henry?”
            “Çünkü zaten sıyırdım,” diye bağırdı. “Tamam mı! Marie Curie’ye nolmuş peki? Nükleer Füzyonu bulup yüzyılın başında Paris’i havaya uçurmamış mı?
            “Hayır uçurmadı. Enrico Fermi—“
            “Evet uçurdu.”
            “Hayır uçurmadı.”
            “Bizzat ben öğrettim ona. Ben. Henry Hassel.”
            “Herkes senin iyi bir kuramcı olduğunu söyler, ama berbat bir öğretmensin, Henry. Sen—“
            “Canın Cehenneme, seni yaşlı bunak. Bunun bir açıklaması olmalı.”
            “Neden?”
            “Unuttum. Aklımda bir şey vardı, ama artık bir önemi yok. Sen ne önerirsin?”
            “Gerçekten bir zaman makinen mi var?”
            “Tabii ki de zaman makinem var.”
            “O zaman geri git ve kontrol et.”
            Hassel 1775 yılına geri döndü, Mount Vernon’u ziyaret etti ve bahar aylarında yapılan dikimleri durdurdu. “Affedersiniz, albayım,” diye söze girdi.
       
Büyük adam ona merakla incelemeye başladı. “Komik konuşuyorsun yabancı,” dedi. “Nerelisin sen?”
            “Ah Gazi bilmem kim okulundanım büyük ihtimal duymamışsınızdır.”
            “Komikte görünüyorsun. Biraz puslu doğrusunu söylemek gerekirse.”
            “Söylesenize albayım, Christopher Colombus hakkında ne duydunuz?”
            “Pek fazla değil,” diye cevapladı Albay Washington. “iki yüz üç yüz yıl önce ölmüş.”
            “Ne zaman öldü tam olarak?”
            “Yıl bin beş yüz bilmem kaç diye hatırlıyorum.”
            “Hayır, o 1489’da öldü.”
            “Yanlışın var genç adam. O Amerika’yı 1492’de keşfetti.”
            “Amerika’yı Cabot keşfetti. Sebastian Cabot.”
            “Hayır, Cabot az biraz sonra geldi.”
            “Mutlak bir kanıtım var!” diye başladı Hassel, fakat daha sonra tıknaz ve şişman bir adam gibi kesildi ve öfkeden kıpkırmızı gülünç bir surata büründü. Bol gri bir pantolon ve kendisine iki beden küçük gelen bir tüvit ceket giymişti. Kırkbeşlik revolverini yanında taşıyordu. Henry Hassel biraz dikkatlice baktıktan sonra fark etti ki kendisine bakıyordu ve bu durumdan hiç hoşnut değildi.
            “Aman Tanrım!” diye homurdandı Hassel. “Bu benim, Washington’u öldürmek üzere ilk gelişim. Eğer bu ikinci ziyaretimi bir saat daha geç yapsaydım, Washington’u ölü bulacaktım. Hey!” diye seslendi. “Daha değil. Dur bir dakika. Bir şeyleri açıklığa kavuşturmam lazım.”
            Hassel kendisine hiç önem vermedi; hatta kendisinde bile değil gibiydi. Direk Albay Washington’un üzerine doğru yürüyüp onun midesini delik deşik etti. Albay Washington yere yığıldı ve kesin olarak öldü. İlk katil cesedi inceledi ve daha sonra Hassel’in onunla tartışmak için durdurma cabalarını önemsemedi ve dönüp homurdanarak yürümeye devam etti.
           


“Beni duymadı,” diye şaşırdı Hassel. “Beni fark etmedi bile. Ve ilk seferde Albayı vurmak üzereyken kendi kendimi durdurmaya çalıştığımı neden hatırlamıyorum? Ne haltlar dönüyor?”
            Çok bozuk bir şekilde, Henry Hassel 1940’ların başında Chicago’ya gitti ve Chicago Üniversitesi’nin squash kortlarını ziyaret etti. Onu kaplayan grafit tozları arasında Fermi adında ki İtalyan bilim adamını buldu.
            “Marie Curie’nin çalışmalarını tekrarlıyorsun, gördüğüm kadarıyla doktoreee?” dedi Hassel.
            Fermi soluk bir ses duyduğunu düşünerek bir bakış attı.
            “Marie Curie’nin çalışmalarını tekrarlıyorsun, doktoreee?” diye gürledi Hassel.
            Fermi garip bir şekilde ona baktı, “nerelisin sen amigo?
            “Devlet.”
            “Dışişlerinden mi?”
            “Hayır sadece devlet. Bu doğru değil mi, doktoreee, Marie Curie bin dokuz yüz bilmem kaçta nükleer füzyonu bulmadı mı?
            “Hayır! Hayır! Hayır!” Diye ağladı Fermi. “İlk biz bulduk ve daha oraya kadar gelmedik bile. Polis! Polis! Casus!”
            “Bu sefer kayıtlara geçeceğim,” diye homurdandı Hassel. Gözü gibi baktığı 45’liği çıkardı ve Doktor Fermi’nin göğsüne boşalttı bütün mermilerini ve orada öylece tutuklanıp gazetelerde kurban edilmeyi bekledi. Acayip bir şekilde, Doktor Fermi yere yığılmadı. Doktor Fermi göğsünde hafif bir sızı hissetti ve bağrışmaları duyup gelenlere ise “Bir şey yok. Ani bir yanma hissettim büyük ihtimal kardiyak sinir nevraljisidir, gazdır büyük ihtimal.” Dedi.
            Hassel otomatik geri dönmeyi bekleyemeyecek kadar tedirgindi. Bunun yerine biran önce Bilinmeyen Üniversitesine gitti. Bu ona bir ipucu vermeliydi ama o bunu göremeyecek kadar delirmişti. İşte ilk bu zaman ben (1913-1975) onu görmüştüm—loş bir tiple derbeder bir şekilde park edilen arabaların, kapalı kapıların, duvarların arasında yüzünde delice bir kararlılıkla bekliyordum.
           

Direk kütüphaneye daldı, yorucu bir tartışmaya kendisini hazırlamıştı fakat kataloglara kendisini duyuramadı. Malpraktis laboratuvarına gitti, orada Sam, Simpleks-ve-Multipleks bilgisayarın 10.700 angström duyarlılığında donanımı vardı. Sam Henry’i göremiyordu fakat onu bir çeşit dalga-ara yüzü olgusuyla duyabildi.
            “Sam,” dedi Hassel. “İcadın anasını belledim oğlum.”
            “Sen her zaman yeni şeyler icat ediyorsun, Henry,” diye yakındı Sam.
“Sana tahsis edilen veriler doldu. Senin için başka bir kayıt açmam gerekecek mi?”
“Ama benim tavsiyeye ihtiyacım var. Zaman üzerinde kimin hükmü var? Yani zaman yolculuğunun.”
            “Israel Lennox olsa gerek, mekânsal mekaniği, Yale profesörü”
            “Onunla nasıl iletişime geçebilirim?”
            “Geçemezsin Henry. Öldü o. 75’te hem de.
            “Peki, zaman üzerinde hükmü olan, yani zaman yolculuğunun ve yaşayan kim var?”
            “Wiley Murphy.”
            “Murphy mi? Bizim Travma departmanından Murphy? Vay canına. Nerede o şimdi?”
            “Aslına bakarsan Henry, o da senin evine gitti sana bir şey sormak için.”
            Hassel yürümeden direkt eve gitti, laboratuvarını ve çalışma odasını aramaya başladı fakat kimseyi bulamadı ve süzülerek oturma odasına gitti ve kızıl saçlı karısının o lavukla hala yiyiştiğini gördü. (Bütün bunların hepsi anlayacağınız üzere zaman makinesinin yapılmasından sonra ki birkaç dakikada geçiyor; zamanda yolculuğun doğası gereği.) Hassel bir iki kez boğazını temizledi ve karısının omzuna vurdu. Parmakları onun içinden geçti.
            “Affedersin, tatlım,” dedi. “Wiley Murphy beni görmeye geldi mi acaba?”
            Daha sonra dikkatlice bakınca karısına yumulan adamın Murphy’nin ta kendisi olduğunu gördü.
            “Murphy!” diye haykırdı Hassel. “İşte aradığım adam. İnanılmaz şeyler yaşadım oğlum.” Diyerek olağanüstü deneyimini açıklamaya başladı. “Murphy, u – v = (u½ – v¼) (ua
          
+ ux + vy) ama George Washington ise F (x)y+ dx ve Enrico Fermi F (u½) dxdt Marie Curie’nin yarısı, daha sonra da Christopher Colombus’un eksi bir’in kareköküyle çarpımı?”
            Murphy Hassel’ iplemedi, tıpkı Bayan Hassel gibi. Geçen taksiden Hassel’in denklemlerini not aldım.
            “Beni dinlesene, Murphy,” dedi Hassel. “Grete, yavrucuğum bizi bir dakika yalnız bırakır mısın? Ben—Tanrı aşkına şu saçmalığa bir son verin? Ciddi bir şey anlatıyorum şurada.”
            Hassel bu iki genç aşığı ayırmaya çalıştı. Onu duymalarını sağlamak için onlara dokunamıyordu bile artık. Suratı tekrar kıpkırmızı oldu ve Bayan Hassel ile Murphy’e tekme tokat dalmaya başladı. Tabii ki İdeal bir gazı dövmek gibiydi bu. En iyi bu şekilde anlatabilirdim sanırım.
            “Hassel!”
            “O kim lan?”
            “Dışarı gelir misin bir saniye. Seninle konuşmam lazım.”
            Duvarın içinden bağırdı. “Neredesin sen?”
            “Buradayım.”
            “Biraz bulanık görünüyorsun.”
            “Sende.”
            “Sen kimsin?”
            “Benim adım Lennox, Israel Lennox.”
            “Israel Lennox, mekânsal mekaniği, Yale profesörü?”
            “Aynen.”
            “Ama sen 75’te ölmüştün?”
            “75’te ortadan kayboldum.”
            “Ne demek istiyorsun?”
         
“Ben bir zaman makinesi yarattım.”
            “Aman Tanrım! Bende,” dedi Hassel. “Bu akşamüzeri bir anda aklıma geliverdi bu fikir—Neden bilmiyorum ama—Ve en sıra dışı deneyimi yaşadım. Lennox, zaman doğrusal bir süreç değil.”
            “Değil mi?”
            “Ayrı parçalardan oluşan bir dizi—bir kolyede ki inciler gibi.”
            “Evet?”
            “Her inci aslında bir “Şu an”. Ve her “Şu an” kendi geçmişine ve geleceğine sahip, ama hiç birinin birbiriyle bir alakası yok. Anladın mı? Eğer a = a1 + a 2ji + ax (b1)—”
            “Matematiği siktir et şimdi Henry.”
            “Bir tür kuantum enerji transferi. Zaman ayrı parçalar ya da kuantumlarda yayılan bir şey. Biz her kuantumu ziyaret edebilir ve onlarda değişiklik yapabiliriz, ama hiçbir parça diğer bir parçayı etkilemez, değil mi?”
            “Değil,” dedim üzgün bir şekilde.
            “Ne demek “değil?” “ derken yandan geçen üniversiteli pilicin dekoltesine bir bakış attı. “Trokoid denklemini alıyorsun—“
            “Değil ulan işte,” diye tekrarladım. “Beni dinleyecek misin, Henry?”
            “Ah, devam et,” dedi.
            “Giderek hayali, sönük, spektral bir hal aldığının farkında mısın? Uzay ve zaman artık seni etkilemiyor?”
            “Evet?”
            “Henry, 75’te zaman makinesi yapmak gibi bir aptallık ettim.”
            “Evet söylemiştin. Dinle, güç girişine ne dersin? Ben sanırım 7.3 kilovatlık kullanıyorum her—“
            “Siktir et şimdi güç girişini, Henry. Geçmişe ilk gittiğimde, buzul çağına gittim. Mastodon’un, dev bir tane tembel hayvan ve bir tane de kılıç dişli kaplan fotoğrafı çekmeyi

çok istemiştim. Mastodon’u kareye almak için geri geri gidiyordum. f/6.3’te ve saniyenin 1/100 perde hızında, ya da makinenin ekranını kullanarak mı çekse—“
            “Bırak şimdi ekranı mekranı,” dedi.
            “Geri geri giderken, tökezleyip yanlışlıkla küçük bir buzul çağı böceğini ezdim.”
            “Bu kazadan ötürü o kadar korkmuştum ki. Kendi zamanıma geri döndüğümde sırf bu küçük salaklığım yüzünden her şeyin değişmiş olabileceğini düşünmeye başladım. Geriye döndüğümde hiç bir şeyin değişmediğini fark ettiğimde ki şaşkınlığımı bir düşünsene.”
            “Aha!” dedi hassel.
            “Meraklanmaya başlamıştım. Buzul çağına geri gidip Mastodon’u da öldürdüm. 1975’te ki hiç bir şey değişmedi. Buzul çağına gidip bütün vahşi doğayı katlettim—ve hala değişen bir şey yoktu. Zamandan zamana atlayarak, geleceği değiştirmek için önüme gelen her şeyi yakıp yıktım.”
            “Sende benim yaptıklarımın aynısını yaptın yani,” diye bağırdı Hassel. “Karşılaşmamamız garip doğrusu.”
            “Hiçte garip değil.”
            “Colombus’u hakladım.”
            “Marco Poloyu deştim.”
            “Napolyon’u ben öldürdüm.”
            “Einstein daha önemli sanıyordum.”
            “Muhammed’i öldürmek fazla bir şey değiştirmedi—Ondan daha fazla şey beklerdim.”
            “Biliyorum. Bende onu öldürdüm.”
            “Ne demek bende onu öldürdüm?” diye sordu Hassel.
            “Onu 16 Eylül, 599’da öldürdüm, Eski usul.
            “Nasıl, ben Muhammedi 5 Ocak 598’de hakladım.”
            “Sana inanıyorum.”
           
“Onu ilk ben öldürdüysem sen nasıl daha sonra tekrar öldürebildin ki?”
            “Onu ikimizde öldürdük.”
            “İmkânsız bu.”
            “Oğlum,” dedim, “zaman tamamen sübjektif bir şey. Özel bir mesele—Kişisel bir deneyim. Nesnel zaman diye bir şey yok, tıpkı nesnel bir aşk olmadığı gibi, ya da nesnel bir ruh.”
            “Zamanda yolculuk yapmanın imkânsız olduğunu mu söylüyorsun bana? Ama bunu başardık.” 
            “Emin olmak gerekirse benim bildiğim kadarıyla, bir başkasının geçmişine gidemeyiz sadece kendi geçmişimize gidebiliriz. Evrensel bir süreç yok, Henry. Milyarlarca birey var, hepsinin kendi süreçleri var ve bir süreç bir diğerini etkileyemez. Biz bir tencerede ki binlerce milyonlarca spagettiden biriyiz. Zamanda yolculuk yapan hiçbir kimse geçmişte ya da gelecekte bir diğer zaman yolcusuyla karşılaşamaz. Her birimiz kendi yolumuzda aşağı ya da yukarı doğru gidebiliriz, sadece kendimiz.
            “Ama seninle ben şu an karşılaşıyoruz.”
            “Biz artık zamanda yolculuk yapan yolcular değiliz, Henry. Biz Spagetti sosu olduk.”
            “Spagetti sosu mu?”
            “Evet. Sen ve ben istediğimiz inci kolyeye gidebiliriz çünkü biz kendimizi yok ettik.
            “Anlayamıyorum.”
            “Eğer birisi geçmişi değiştirirse sadece kendi geçmişini değiştirmiş olur—Bir başkasının değil. Geçmiş hafıza gibidir. Eğer birisinin hafızasını, anılarını silersen onu tamamen ortadan kaldırmış olursun ama diğerlerine bir şey olmaz. Sen ve ben kendi geçmişlerimizi sildik. Diğer bireylerin dünyaları devam ediyor ama biz son bulduk.
            “Son bulduk demekle, ne demek istiyorsun?”

            “Her bir yok etme ile bizde biraz yok olduk. Şimdi ise tamamen yok olmuş durumdayız. Biz resmen zaman öldürdük. Biz birer hayaletiz. Umarım Bayan Hassel, Murphy ile birlikte mutlu olur… Hadi artık akademiye gidelim. Ampére, Ludwig Boltzmann ile ilgili muhteşem bir hikâye anlatıyor.”

14 Ocak 2015 Çarşamba

All You Zombies / Ya Siz Zombiler

Ya Siz Zombiler
22.17-5. Zaman Dilimi(Doğu Zaman Dilimi)-7 Kasım 1970-New York Babacığın Yeri.: 
Konyak bardağını silerken içeriye evli olmayan anne girdi. Saate dikkat etmiştim—22:17, bölge beş, ya da doğu saatiyle, 7 Kasım 1970. Zaman Gardiyanları saati ve tarihleri her zaman hatırlarlar; hatırlamalıyız.
            Evli olmayan kadın 25 yaşında, benden uzun olmayan çocukça özellikleri olan alıngan öfkeye sahip bir adamdı. Görünüşünü sevmemiştim—o delikanlıyı işe almak için buradaydım, benim çocuk oydu. Ona en güzel barmen gülümsememi attım.
            Belki de fazla önyargılıyım. Çok fazla gösterişli değildi; Lakabı, ona her zaman meraklı tipler tarafından sorular sorulduğunda verdiği cevaptan geliyordu: “Ben evli olmayan anneyim.” Eğer katil olacak kadar sinirli değilse ekleyerek: “kelimesi dört cent’e. İtiraf hikâyeleri yazarım.”
            Eğer kötü hissediyorsa, birisinin bundan bir şey çıkarmasını beklerdi. Ölümcül bir iç çatışması vardı, tıpkı bir kadın polis gibi—onu istememin bir sebebi buydu. Tek sebep bu değildi.
            Yüzünde bir yük var gibiydi ve her zamankinden daha fazla hor görüyordu insanları. Sessizce ona bir duble içki koyup şişeyi bıraktım. İçti ve tekrar doldurdum.
            Barı silmeye başladım. “’Evlenmemiş anne’ nasıl geyiği nasıl gidiyor?”
            Bardağı sımsıkı sıkmaya başladı ve sanki bana fırlatacak gibiydi; bende tezgâhın altında duran sopaya davrandım. Zamanı kontrol edebiliyorsan eğer her ihtimali bilirsin ama hesaba katacak o kadar fazla değişken var ki kesinlikle gereksiz yere risk almazsın.
            Büro’nun eğitimlerinde dikkat etmen gerektiğini söyledikleri o küçük oran kadar yatıştığını gördüm. “Affedersin” dedim. “İşler nasıl?” diye sormuştum sadece. “Havalar nasıl?” diye sordum farz et.
            
Suratını buruşturdu. “İdare eder. Ben yazıyorum, onlar basıyor. Aç kalmıyor.”
            Kendime bir kadeh koyup yanına yaklaştım. “aslında,” dedim. “yazdıkların o kadarda kötü değil. Birkaç tanesinin kopyasını buldum. Kadın bakış açısını anlıyorsun.”
            Bundan bahsederken risk almıştım. Kullandığı mahlaslardan kimseye söz etmezdi. Sarhoşluğundan sadece sonunu anlayabilmişti. “Kadın bakış açısı ha!” diye tekrarladı. “Ben bilmeyeceğimde kim bilecek!”
            “Tabii ki” dedim tereddütle. “Kız kardeşin var mı?”
            “Hayır. Söylesem de inanmazsın zaten.”
            “Hadi be,” diye cevapladım hafifçe. “Barmenlerin ve psikiyatristlerin bildiği ortak bir nokta varsa o da hiçbir şeyin gerçek kadar acayip olmadığıdır. Biliyor musun delikanlı, benim duyduğum hikâyeleri kitap yapsan zengin olursun. Akıl almaz şeyler bunlar”
            “‘Akıl almaz’ ne demek bilmiyorsun sen!”
            “Anlat o zaman, beni şaşırtamazsın. Kesin daha kötüsünü duymuşumdur.”
            Yine sinirlendi. “Şişenin geri kalanına iddiaya var mısın?”
            “Geri kalanı bırak yeni bir şişesine bile girerim.” Tezgâha kapalı bir şişe koydum. “Anlat” dedim.
Garsona etrafı toparlaması için kaş göz yaptım. Barın ucunda turşu kavanozlarıyla ıvır zıvırın olduğu ayrı köşeye geçtik. Bir kişi at yarışı izliyor diğeri de müzik dinliyordu. Burada rahattık.
“Pekâlâ.” Dedi. “Öncelikle ben bir piçim.”
“Burada ayrım yapmıyoruz.” Dedim.
“Ben ciddiyim.” diye çıkıştı. “Annemle babam evli değildi.”
“Ne olmuş yani?” diye üsteledim. “Bizimkiler de evli değildi.”
“ne—“ derken duraksadı. İlk defa dostça bakıyordu. “Gerçekten mi?” diye sordu.
“Tabii ki” diye yanıtladım. “ Tam bir piçim. Bizim ailede evlenen adam yok. Hepimiz piçiz.”
Gözü yüzüğüme takıldı. “Buna mı bakıyorsun?” diye gösterdim.

“Kadınları uzak tutmak için evlilik yüzüğüne benzemesi seni aldatmasın.” Dedim. Bir meslektaşımdan 1985 yılında satın almıştım dedi. O da milattan önce giritten almış.
“Ouroboros Solucanı… Sonu olmayan, sonsuza tek kuyruğunu yiyen yılan. Büyük paradoksun simgesi.
Pek ilgilenmedi. “Eğer bir piçsen nasıl olduğunu bilirsin. Ben küçük bir kızken—“
“Doğru mu duydum onu? Kimin ağzından anlatıyosun hikâyeyi? Sen küçük bir kızken… Christine Jorgensen ismini duydun mu? Ya da Roberta Cowell? Bu mu? Cinsiyet mi değiştirdin?
“Bir daha sözümü kesersen hikâye burada biter. 1945 yılında bir aylıkken Cleveland’da bir yetimhaneye bırakıldım. Hep anası babası olan çocuklara imrenmekle geçirdim çocukluğumu. Hele ki cinsellik konusunu öğrendiğimde… İnan bana bunları yetimhanede daha çabuk öğreniyorsun.
“Bilirim.”
“O zaman çocuklarımı anasız babasız bırakmayacağıma yemin ettim. . Böylece orada ‘saf’ kalabildim. Öyle kolay bir iş değil o ortamda. Mücadele etmeyi öğrenmem gerekti. Büyüyünce fark ettim evlatlık alınma şansım olmadığı gibi evlenme şansımda yoktu. İkisi de aynı sebepten ötürü.”
Sinirlendi. “Domuz yüzlü, tipsiz, düz saçlı bir tiptim.”
“Benden kötü değilsin.”
“Bir barmenin nasıl göründüğü kimin umurunda? Ya da bir yazarın? Ama evlat edinmek isteyenler altın saçlı, mavi gözlü veletleri seçer. Daha sonra koca memeli, tatlı suratlı ve “muhteşem erkek tavırlı” kızlar peşine takar herkesi.”
Omuz silkerek. “Böyleleriyle başa çıkılmaz. Ben de S.Ü.R.T.Ü.K’e katılmaya karar verdim.
“Ney?”
“Süper Üstün Resmi Teşkilat-Ü Kadınlar. Şarj etme ve eğlendirme servisi bugünlerde onlara uzay melekleri diyorlar.
Bahsettiği terimlere aşinaydım. Zamanında ikisinin de zaman kaydını çıkartmıştım. Bunun için kullandığımız üçüncü bir isimde vardı. Kadın Astronot Nazımı Cezai İnfaz Kurumu.

Zaman sıçramalarının en büyük zorluklarından biriside kelimelerin anlam değiştirmeleridir. “Servis istasyonu” teriminin bir zamanlar akaryakıt alınan bir yer olduğunu biliyor muydunuz? Bir seferinde Churcill zamanında görevdeyken bir kadın bana” yakında ki servis istasyonunda buluşalım” demişti. Kulağa nasıl geldiğini biliyorum ama “servis istasyonu” yatak içeren bir şey değildi.
Devam etti: “ Yıllarca streslerini azaltmadan erkekleri uzaya gönderemeyeceğini anladıkları zamanlar. Sofuların ne kadar çok kafa açtığını hatırlıyor musun? Bana yaramıştı bu olay. Başvuran adam yoktu. Güzel ve olursa bakire ( eğitime sıfırdan başlamayı severlerdi) orta zekâda sinirlerine hâkim olabilen kızlar arıyorlardı ama başvuranlar ya fahişe ya da dünyadan on gün uzak kalsa kafayı kıracak tiplerdi. İşi almak için güzel gözükmeme gerek yoktu. Tavşan dişlerimi düzeltip saçlarımı yapacaktılar. Düzgün yürümeyi, dans etmeyi, erkekleri nasıl memnun edeceğimi göstereceklerdi. Birde temel görevlerim için eğitim alacaktım. Estetik ameliyat bile olacaktım gerekirse.
“Bu hizmetin boyunca hamilede kalmıyordun üstelik, görevin bitince de evlenmen garantiydi. Bugün uzay meleklerinin astronotlarla evlendiği gibi—aynı dili konuştukları kesin.”
“On sekizimdeyken bana dadılık yapacağım bir iş buldular. Yanında çalıştığım ailenin hizmetçisiydim aslında çünkü yirmi bir yaşından önce askere gidemiyordum. Sabahları ev işi yapıyor gece de okula gidiyordum. Evdekilere daktilo ve stenografi dersine gidiyorum diyerek Meleklere kabul edilme şansımı arttırmaya çalışıyordum aslında.”
“Bir gün şehirli bir çocukla tanıştım. Cebi parayla doluydu.” Diyerek sinirlendi. “Lavuğun tomarla parası vardı. Bir tomar para vermeye kalktı bana bir gün.”
“Reddettim. Çocuğa hastaydım. İlk defa bir çocuk benimle alay etmiyor, bana iyi davranıyordu. Onu görebilmek için okulu bıraktım. En güzel günlerimdi.”
“Sonra bir gece parkta olanlar oldu.” Diyerek duraksadı.
“Sonra?” diye sordum.
“Sonrası yok! Bir daha göremedim onu. Eve bıraktı, seni seviyorum deyip öptü ve gitti. O kadar.”
Çok sinirlendi. “Öldüreceğim o lavuğu!” dedi.


“Bence de.” Diyerek katıldım. “nasıl hissettiğini anlıyorum ama bunun için onu öldürmek… Çok kızmış olmalısın?”
“Ne alaka ya şimdi?”
“Belki seni bıraktığı için bir dayağı hakkediyordur ama…”
“Daha fazlasını hakkediyor! Bak. Herkesten bu olayı sakladım ve devam ettim. Gerçekten sevmiyordum onu ve S.Ü.R.T.Ü.K’e katılmayı çok istiyordum. Şanslıydım, bakire olmadığım için elemediler. Yine yüzüm gülüyordu.”
“Eteklerim dar gelmeye başlayınca sorun olduğunu fark ettim.”
“Hamile miydin?”
“Lavuk birde hamile bırakmış beni! Çalışabildiğim sürece ev sahiplerim ses etmedi ama bir süre sonra kapı dışarı ettiler. Yetimhane almadı beni ve bir sığınma evine düştüm. Bir sürü koca göbekli kadın. Sonumuzu bekliyorduk.
“Bir gece ameliyat masasında buldum kendimi. Bir hemşire ‘Rahatla derin nefes al’ diyordu.”
“Yatağımda uyandığımda göğsümden aşağısı uyuşmuş haldeydi. Doktorum odaya
girdi. Gülen bir ifadeyle ‘Kendini nasıl hissediyorsun?’ diye sordu.”
“Bir anne gibi.’
“Normal. Sargılar içindesin ve bir şey hissetmemen için sana narkoz verdik.”
İyileşmen biraz zaman alabilir. Sezaryen bu, diş çektirmeye benzemez.”
“Sezaryen.’ dedim. ‘Doktor, yoksa bebeğe bir şey mi oldu?”
“Hayır. Bebeğin iyi.”
“Erkek mi kız mı peki?”
“Sağlıklı küçük bir kızın oldu. İki kilo, üç yüz elli gram.”
“Rahatladım, bir bebeğim olmuştu. ‘Bu da bir şey’ dedim. Kimliğime dul yazdırıp babası da öldü derim. Bebeğim yetimhanede büyümeyecek.”



“Doktor henüz son sözünü söylememişti. “Söyler misin…” adımı söylemekten çekiniyordu. “ tuhaf bir hormon yapın var bu konu hakkında bir fikrin var mıydı?”
“Ney? Tabi ki hayır. Ne demek istiyorsun?” dedim. Çekinerek “ Bunu sana bir seferde söyleyeceğim. Sonrada sana yatıştırıcı vereceğim. Endişe etme.” Dedi.
“niye?”
“Otuz beş yaşına kadar kadın olan İskoç doktoru biliyor musun? Daha sonra ameliyat olup  hem fiziksel hem de yasal olarak bir erkek olmuştu. Üstelik sorunsuz bir şekilde evlendi.
“Bunun benimle ne alakası var?”
“‘Söylemeye çalıştığım bu. Sen artık bir erkeksin.”
Doğrularak “Ne?”
“‘Sakin ol. Ameliyat için vücudunu açtığımda içerisinin karmakarışık olduğunu 
farkettim. Bebek gelirken baş cerraha haber saldım. Sen masada baygın 
yatarken konsültasyon yaptık ve elimizden geldiği kadar kurtarmaya calıstık. Hem dişi hem de erkek organların vardı. Olgun olmadıkları için dişi organların çocuk sahibi olmana el vermiyordu. Bir daha iş göremeyecekleri için onları çıkardık. Erkek organlarını da sağlıklı bir şekilde düzelttik.” Elini omzuma koydu. “Endişelenme. Gençsin kemiklerin uyum sağlayacaktır. Dengelerini de takip edeceğiz. Sağlıklı bir delikanlı olacaksın.”
“Ağlamaya başladım. Bebeğime ne olacak?”
“Onu emziremezsin, sütün yavru bir kediye bile yetmez.  Senin 
yerinde olsam onu bir daha görmezdim. Evlatlık verirdim.’
“Asla!”
“Omuz silkti. ‘Karar senin. Çocuğun annesi, yani ebeveyni, sensin. Şimdilik bunları düşünme. Önce iyileş.”
“Ertesi gün bana bebeğimi gösterdiler. Her gün görmeye başladım  ve alışmaya 
çalışıyordum. Daha önce hiç yeni doğmuş bir bebek görmemiştim ve bu kadar 


çirkin oldukları aklımın ucundan geçmezdi. Kızım turuncu bir maymuna 
benziyordu. Duygularımın yerini soğuk bir kararlılık almıştı. Onun için yapılması gerekeni yapacak kararı vermek zorundaydım. Aslında dört hafta sonra bunun bir anlamı kalmamıştı.
“Ne?”
“Onu aldılar”
“Aldılar mı?”
Evlenmemiş kadın, az kalsın iddiaya girdiğimiz şişeyi deviriyordu. “Kaçırdılar. Bakım odasından çaldılar.” Zor nefes alıyordu. “Bir adamın hayatının anlamını nasıl alırsın sen ya?”
“Çok kötü.”dedim.” “Buyur bir kadeh daha iç. 
Bebekten haber aldınız mı?” 
“Polisin takip edebileceği bir ipucu yoktu. Biri onu görmeye gelmiş, amcasıyım demiş. Hemşirenin arkası dönükken de bebeği alıp gitmiş.” 
“Nasıl bir tipmiş?
“Senin benim gibi bir adam.” Sinirlendi. “ bence babasıydı. Hemşire yaşlı bir adam olduğunu söyledi ama makyaj yapmıştır.” Çocuksuz kadınların böyle oyunlar yaptığını duymuştum ama bir adam neden yapsın?”
“Sonra noldu?”
On bir ay daha o nemrut yerde kaldım. Üç ameliyat daha geçirdim. Dört ay sonra 
artık sakallarım çıkmaya başlıyordu; hastaneden çıkmadan önce düzenli traş 
olmaya başlamıştım…
ve erkek olduğumdan şüphe edilmiyordu  Acı 
acı gülümsedi. “Bakışlarım hemşire yakalarından içeri doğru kayıyordu.” 
“Bana sorarsan iyi atlatmışsın.” dedim. “Karşımda normal bir erkek gibi 
oturuyorsun, iyi para kazandığını ve bir derdin olmadığını söylüyorsun. 
Ve bir kadın hayatı o kadar da kolay değil.”
Ters ters bana baktı. “Çok biliyorsun ya!” 
“Olamaz mı?”
“Hiç ‘acıların kadını’ diye bir laf duydun mu?” 

“Yıllar önce, bir şey ifade etmiyor.”
 O herif beni gerçekten mahvetti. Artık bir kadın değildim…ve nasıl erkek olunur bilmiyordum.” 
“Alışman zaman almış olmalı.”
Tahmin bile edemezsin. Ne giyeceğine veya hangi tuvalete gireceğini kastetmiyorum. Onları hastanede öğrettiler zaten. Ama nasıl yaşayacaktım? Nasıl 
ekmek parası kazanacaktım?
Lanet olsun araba bile kullanamıyordum. Ticaretin te’sinden 
anlamazdım. Amelelik de yapamazdım. Her yerim yara bere içindeydi.” 
“O lavuktan nefret etme sebebim S.Ü.R.T.Ü.K’e katılmamı engellemesi yüzündendi aslında. Uzay birliklerine katılmak için başvurunca asıl darbeyi yedim. Çürük olmam için göbeğime bakmaları yeterliydi. Tabip subay benimle ilgilendiğinde biraz umutlandım ama o da meraktanmış. Benim hakkımda yazılanları okumuş.
 ben de adımı değiştirip New York’a geldim. Önce ızgara şefi oldum. Sonra bir daktilo kiralayıp stenograflık yapmaya başladım. Dört ayda elime dört mektup bir de kitap taslağı işi gelmişti. Şaka gibi. Gerçek Hayat Hikâyeleri adında bir kitaptı ve işe yaramaz birşeydi. Ama deyyus iyi satıyordu. Fikir verdi bu bana. İtiraf dergileri alıp hepsini inceledim.
Şişeyi ona doğru ittim. Hâline üzülmüştüm ama yapmam gerekenler vardı.
“Bana bak koç, hala şu lavuğu bulmak istiyor musun?”
Heyecanlandı.
“Dur orada bir bakalım!” dedim. “Öldürmeyeceksin değil mi?”
Acımasızca sırıttı. “Gör bakalım.”
Sandığından daha fazlasını biliyorum. Onun nerede olduğunu biliyorum.” 
Bardan zıplayıp yakama yapıştı. “Nerede lan o haysiyetsiz şerefsiz?”
Şeklimi hiç bozmadım. Sakince “Yavrum evladım bırak yakamı, yoksa ağzına vururum senin. Polis gelince de sızdı derim.” Ve sopayı gösterdim.
Ellerini çekti. “Kusura bakma, ama nerede o?” bana bakarak “Nasıl bu kadar fazla şeyi biliyorsun?”

“Anlatacağım bir soluklan. Kayıtları okudum. Hastanenin kayıtları, yetimhane, tıbbi kayıtlar… Yetimhanenin başhemşiresi Bayan Fetherage’dı değil mi? Sonra da Bayan Gruenstein geldi. Kızken adın “Jane’di değil mi?” Ve bunları bana söylemediğine eminsin?
Biraz korkutmuş birazda şaşırtmıştım onu. “Ne demek oluyor bunlar? Başımı belaya sokacaksın.”
“Aslında senin iyiliğini düşünüyorum. Bu adamı sana verebilirim. Ne yaparsan yap, sonrada paçayı kurtaracaksın. Söz. Ama bence onu öldürmeyeceksin. Onu öldürmen için deli olman lazım ve sen deli değilsin.
Kadehi kafaya dikti. “Uzatma artık da söyle nerede o haysiyetsiz şerefsiz?”
İçkisini tazeledim. Öfkeli olduğundan sarhoşluğunu fark etmiyordu. “Ağır ol koçum. Karşılığında seninde benim için bir şey yapman lazım.” Dedim.
“Ney?”
“İşini sevmiyorsun.Yüksek maaşlı, harcamalarının tümünün karşılandığı, kendi patronun olabileceğin  düzenli bir işe ne dersin? Maceradan maceraya da koşacaksın.
Dik dik baktı. “‘Al işini başına çal!’ derim. Amma attın ha, nerede o günler?” 
“Tamam. Şöyle diyelim. Sana onu teslim edeceğim, Derdin neyse hallet. Sonra sen de bahsettiğim işi dene. İstemiyorsan seni zorlayacak değilim.
Son kadeh yüzünden sallanıyordu. “ Ghetir o pzevengi banaağğ!”
“Anlaştık dersen getireceğim.”
Elini uzattı. “Anlaştık!” dedi.
Yanda ki barmene ortalığa göz kulak olmasını söyledim. Zamanı not ettim. Saat 23.00. Barın altında ki bölmeden diğer tarafa geçerken müzik kutusunda ki şarkı “ ben kendi büyükbabamım!” diye bangır bangır çalmaya başladı. Garsona 70’li yılların “şarkılarını” midemin kaldırmadığını söylemiştim onun yerine americana ve klasiklerle doldurmasını söylemiştim ama aralarında bu şarkının olduğunu bilmiyordum. “ Kapat şu lanet olası zamazingoyu! Müşteriye de parasını geri ver!” diye bağırdım. “ben kilere gidiyorum, geleceğim.” Evlenmemiş kadını da alıp kilere götürdüm.


Depo tuvaletlerin karşısındaydı, Çelik kapısının anahtarı yalnızca bende ve gündüz müdüründe vardı. Evlenmemiş kadınla odaya girdik.
Zar zor duvarlara bakarak “ nerede lan o?” dedi.
“Burada.” Dedim.
Odanın içindeki tek şey olan çantayı açtım: A.B.D. Yakıt Kurumu Dönüştürücü Alan aparatı, 92 serisi,
2. model, hareket eden parça yok, yirmi üç kiloluk ağırlığı ve bavul şeklinde ki tasarımıyla tam bir efsane. O gün ince ayar çekmiştim alete. Tek şey dönüştürücü alanı sınırlayan ağın içine girmekti.
Ağın içine girdim “Bu ne?” diye sordu.
“Zaman makinesi.” Dedim ve ağı üstümüze attım.
“Lan!” diye bağırıp geri zıpladı. Bu olayın tekniğiydi. Ağı öyle atarsanız hedef içgüdüsel olarak geri adım atar ve tuzağa basar. Daha sonra ikinizde içerideyken ağı tamamen kapatırsınız. Yoksa bir ayakkabı topuğunu bile geride bırakabilir ya da tamamen ayağınızı geride bırakabilirsiniz. İşin iyi tarafı bunun dışında başka bir şeye ihtiyacınız yok. Bazı ajanlar hedeflerini buraya sokmak için türlü ali cengiz oyunu yaparlar. Bense yaşadıkları anlık şaşkınlıklardan faydalanıyorum daha sonrada makineyi çalıştırıyorum. Ki aynen böyle yaptım.
0.30-6. Zaman Dilimi-3 Nisan 1963-Cleveland, Ohio-Apex Apt.: 
“Hey!” diye yineledi. “Kaldır şu lanet olası şeyi üzerimden!”
“Affedersin,” diyerek ağı kaldırıp toparladım. “Onu bulmak istediğini söyledin.”
“İyi de sen bunun bir zaman makinesi olduğunu söyledin!”
Camdan dışarıyı gösterdim. “Hiç kasım ayına benziyor mu? Ya da new york şehrine? O dışarıya doğru bakınırken bende çantadan bir tomar para çıkardım ve seri numaraları 1963 senesiyle uyumlu mu diye kontrol etmeye başladım. Büro ne kadar para harcadığınızı umursamaz ama tarih hatalarından da hoşlanmaz. Bu hatalardan fazlaca yaparsanız mahkeme sizi hiç hoş olmayan bir yere 1 seneliğine gönderebilir. Örnek vermek gerekirse 1974 senesinde zorla çalıştırılma gibi. Paralar tamamdı.

Dönüp “ne oldu?” Diye sordu.
“aradığın adam burada onu bul ve bu paralarda harcamaların için.”
Parayı verdikten sonra ekledim “Ne yapmak istiyorsan yap daha sonra gelip seni alacağım.
Alışkın olmayanlarda 100 dolar banknotu hipnoz etkisi yaratır. Birden paraları saymaya başladı. Koridora çıkarttım onu ve arkasından kapıyı kilitledim. Bir sonraki sıçramam kolaydı. Sadece küçük bir dönem değişikliğini.
17.00-6. Zaman Dilimi-10 Mart 1964-Cleveland, Ohio-Apex Apt.:
Kapının altında kira sözleşmemin haftaya biteceğini belirten bir not vardı. Bunun dışında oda da fazla bir değişiklik yoktu. Dışarıda yapraklar dökülmüş ve kar yağıyordu. Paraları ayarladım. Odayı kiraladığım zaman bıraktığım ceket, pardösü ve şapkayı giydikten sonra hemen işe atıldım. Hastaneye gittim. Bıktırana kadar hemşirenin başının etini yedim ve çaktırmadan bebeği aldım. Apex apartmanına döndüm bir sonraki durum biraz uğraştırıcıydı çünkü bu bina 1945 yılında yoktu. Ama bunu önceden düşünmüştüm.
01.00-6. Zaman Dilimi-20 Eylül 1945-Cleveland, Skyview Moteli:
Makine ve bebekle şehir dışında ki bir motele geldim. Ohio’dan Gregory Johnson adına bir oda tutmuştum. Perdeler kapalı, pencereler kilitli, kapılar kilitli ve makinenin çalışacağı yerde ki her şey boşaltılmıştı. Yanlış yerde duran bir sandalye büyük sorunlar çıkartabilir. Tabii ki sandalyeden değil ama geri tepmeden dolayı.
Sorun yoktu ve Jane huzurlu bir şekilde uyuyordu. Dışarıya götürdüm onu arabanın içinde ki boş bir kutuya koydum ve yetimhaneye doğru yola çıktım. Basamaklara onu bıraktım ve iki sokak ötede ki servis istasyonuna(benzinlik olan) gittim. Yetimhaneyi aradım ve kutuyu içeri aldıklarından emin olmak için geri döndüm. Sürmeye devam ettim ve arabayı motelin yanına bıraktım. Odaya girdim 1963 yılında bulunan Apex apartmanına sıçradım.
22.00-6. Zaman Dilimi-24 Nisan 1963-Cleveland, Ohio-Apex Apt:
Durmam gereken zamanı iyi ayarlamıştım. Gideceğin nokta sıfır noktasından farklıysa zaman aralığını iyi seçmek gerek. Eğer bir hata yapmadıysam Jane bu huzurlu ilkbahar gecesinde parkta düşündüğü kadar “uslu” bir kız olmadığının farkına varıyor olması lazımdı. Bir taksi tuttum ve şu cimrilerin evine doğru yola koyuldum. Şoföre gölgede beklemesini söyledim.

Akaçin XII
Bir süre sonra ikisi de sarmaş dolaş yürüyerek sokağın başında gözüktüler. Kapının önünde adam kızı uzun uzun öptü. Tahmin ettiğimden daha fazla sürdü öpüşmeleri. Kız eve girdikten sonra adam yürümeye devam etti. Gidip koluna girdim ve onu sürüklemeye başladım. “Benim iş bu kadar delikanlı.” Dedim seni almaya geldim.”
“Sen!” dedi ve nefesini kesildi.
“Evet, ben. Şimdi onun kim olduğunu biliyorsun ve biraz düşünürsen seninde kim olduğunu anlarsın.. ve yeterince düşünürsen bebeğinde kim olduğunu anlarsın.. ve benim kim olduğu mu da.”
Cevap veremedi, sarsılmıştı. Doğal olarak, kendisi tarafından baştan çıkarılmaya dayanamayacağını yüzüne vurmuştum. Apex apartmanına geri döndük. Yine sıçradık.
23.00-7. Zaman Dilimi-12 Ağustos 1985-Rocky Dağları Askeri Üssü:
Nöbette ki çavuşu uyandırdım ve kimliğimi gösterdim. Ona, Yanımda getirdiğim dostuma yatıştırıcı bir hap verip uyumasını ve sabahta kabulünü yapmasını söyledim. Çavuş somurttu ama rütbe rütbedir. Dediğimi yapacaktı ama bir dahaki karşılaşmamızda kendisinin albay benimse çavuş olabileceğimi düşünüyordu. Bu tür şeyler normaldir.
“Adı ne?” diye sordu.
Adını yazdım. Kaşlarını kaldırdı. “Nasıl? Ha?”
“İşini yap çavuş.” Dedim ve döndüm.
“Delikanlı artık dertlerin bitti. Hayatının en iyi işine başlamak üzeresin. Başarılı olacaksın biliyorum.”
“Aynen” diye onayladı çavuş. Ben 1917 doğumluyum, hala ayaktayım ve gencim tadını çıkarıyorum.” Sıçrama odasına döndüm, değerleri sıfırladım.
 23.01-5. Zaman Dilimi-7 Kasım 1970- New York, ”Baba’nın Yeri”:
Bahane olarak elimde bitmesine az bir şey kalan Drambuie ile çıktım. Yardımcı barmen “ben kendimin büyükbabasıyım” şarkısını çalan müşteriyle tartışıyordu. “Bırak çalıyorsa çalsın sonrada fişini çek.” Dedim yorgundum.
Zor olmasına rağmen birisinin bunu yapması gerekiyordu. 1972 hatasından beri adam bulmak zordu. Dolgun maaşlı olmasına rağmen ve (tehlikeli) ilgi çekici bir işte çalışacak birilerini
Akaçin XIII
bulmak için kafası karışmış insanlardan daha iyi bir yöntem var mı? 1963 hırt savaşının neden tırt çıktığını herkes bilir. New York’a gitmesi gereken bomba patlamamıştı. Dolayısıyla her şey ters gitmişti. Bizim sayemizde tabii ki.
Ama 1972 hatası öyle değildi. Bizim suçumuz ve yapabileceğimiz bir şey yoktu. Ortada bir paradoks yok. Bir şey vardır ya da yoktur. Şimdi ve sonsuza kadar, Amin. Bir daha böyle bir şey olmayacak. 1992 emrinin her emirden üstünlüğü var.
Beş dakika erken kapattım, kasaya sabah müdürüne hisselerimi satmayı kabul ettiğimi belirten bir not bıraktım. Avukatımla görüşecekti ve ben tatile çıkacaktım. Notu kasanın içine bıraktım. Büro ödemeyi kabul edip etmez mi bilemem ama geride bıraktıklarımız şeyleri düzgün bırakmamızı isterler. Arka odaya gittim ve 1993’e sıçradım.
22.00-7. Zaman Dilimi-12 Ocak 1993-Rocky Dağları, Zaman İşleri Askeri Birliği:
Nöbetçiyi gördükten sonra odama geçerek, bir hafta uyumayı planlıyordum. Kazandığım şişeyi yanımda getirmiştim. Raporumu yazmaya başlamadan önce bir kadeh içtim. Berbat bir tadı vardı. Bu berbat içkiyi nasıl sevdiğimi hiç anlamamıştım. İdare eder bir tadı vardı, ayık olmayı sevmiyordum. Çok düşünürdüm yoksa. Ama şişenin dibini görmeyide sevmem, sorumluluklarım var.
Raporumu tamamladım. Büroya alınmasını istediğim 40 kişinin hepsi psikoloji bürosu tarafından onaylanmıştı. Kendi başvurumda dahil. Şüphem yoktu zaten. Sonuçta buradayım öyle değil mi? Daha sonra müdahale bürosuna geçmek için bir başvuru yaptım. Personel alımından bıkmıştım. Raporu ve başvuruyu teslim ettikten sonra yatağıma uzandım.
Yatağımın yanında asılı “Zaman Hükümleri” belgesine gözüm takıldı.
Yarın yapılması gereken dünleri sakın yapma
Olurda başarırsan, sakın bir daha deneme.
Zamana attığın bir dikiş bütün insanlığı kurtarır.
Paradokslar halledilir.
Düşündüğünde vakit her zaman erkendir.
Atalar sadece insandır
Tanrılarda hata yapar!

Birliğe ilk kabul edildiğimde daha fazla heyecanlandırıyordu bu sözler beni. 30 yıllık bu göreceli sıçrayış hayatı beni yormuştu. Yattıktan sonra göbeğime baktım. Üzerinden uzun zaman geçmiş ve sezaryen yarasının olduğu yerlerde kıllar çıkmaya başlamıştı.
 Parmağımda ki yüzüğe baktım.
Kendi kuyruğunu yiyen yılan, durmadan devam eden…. Ben nereden geldiğimi biliyorum—ya siz zombiler? Siz nereden geldiniz?
Başımın ağrıdığını hissediyordum, ama ağrı kesici içmeyeceğimi biliyordum. Bir keresinde içtim—ve her şey gitti.
Yatağa doğru süzüldüm ve ışıkları söndürdüm.
Sen orada bile değilsin. Burada ben, Jane, Tek başıma kapkaranlık odada tek başımayım.

Sizleri o kadar çok özledim ki!